100 YIL SONRA ONLAR GİBİ

100 YIL SONRA ONLAR GİBİ

Dr. Osman ARSLAN

Bundan 110 yıl önce 31 Mart 1909’da bir dönüm noktası yaşadık. Merkezi Paris’te olan Osmanlı İttihat ve Terakki Partisi, subaylar arasında etkili olan gizli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile bütünleşen İttihat ve Terakki Partisi, II. Abdulhamit idaresine karşı çatısı altında birleştirdiği Kürtçü, Türk Milliyetçisi, Komünist, İslamcı ve Batıcı kadroların ortak hareketiyle, Makedonya’yı İngiltere ve Rusya’nın gündemine almasını bahane ederek gerçekleştirdiği kalkışma ile idareyi ele aldı.

Demokratik (Meşrutiyetçi) bir hareket askeri ve sivil unsurlarla bir ‘darbe’ yapmıştı. Bu uzlaşmaz kesimlerin elinde insicamı bozulan Osmanlı’nın, 9 yıl içerisinde 27 milyon kilometrekare vatan toprağı buharlaşıverdi.

GELECEK TASARIMINIZ YOKSA DOKUNMAYIN

Said Nursi ile Volkan Gazetesi’ni çıkaran İslamcı Derviş Vahdeti, sonradan bu akıbete üzüntü ile diyecektir ki: “Bizim için gaye Abdulhamit’i indirmekti. Sonra ne yapacağımızı hiç düşünmemiştik!”

Gelecek tasarımını bırakıp günah keçileri ile uğraşanlar, nasıl yöneteceğini değil nasıl iktidar olacağını düşünenler, niyetlerinin tam aksine yeryüzü tarihinin en uzun ömürlü ve büyük devletini bile yok etmeyi başarmışlardı.

Bu girişimin sonuçları ağır oldu. Bundan yüzyıl önce, 31 Mart’tan on yıl sonra 1919 Mayıs’ına gelindiğinde durum vahimdi: Dünya Savaşı’nda yenilmiş, ordusu her tarafta tahrip olmuş, ağır bir ateşkes imzalamış Osmanlı topraklarında Dünya Savaşı boyunca millet tükenmiş, moralsiz, yorgun ve fakir düşmüştü. İmkanı olanlar memleketten kaçışmaktaydı. Damat Ferit hükümeti aciz ve haysiyetsiz bir teslimiyet halinde İngilizlere ram olmuştu. Ordunun elinden silahları alınmış, İtilaf Devletleri ateşkes hükümlerine uyma gereği bile duymuyordu. Güneyde İngilizler, Antalya ve Konya’da İtalyanlar, Merzifon ve Samsun’da İngilizler işgaldeyken 15 Mayıs 1919’da da Yunan ordusu İzmir’e çıkmıştı. Payitaht işgal altındaydı, Padişah’ın Sarayına düşman topları çevrilmişti. Memleketin her tarafında Hıristiyan azınlıklar gizli, açık devletin bir an evvel çökmesine ve bir toprak kapmaya çalışıyordu.

UMUTSUZLUĞUN ADI AKILLI OLMAK DEĞİL!

En yürekli askerler dahi umutsuzdu. Vatanın her köşesinde matem havası vardı. Ne toparlanacak halk ne buna cesaret edecek önder ne de silah vardı.  Durum umutsuzdu. Bu yolda atılacak adımlara “milleti ateşe sürecek nafile çabalar” deniyordu. En akıllılar bile bağımsızlığı değil, hangi devletin mandasına girileceğini tartışıyordu. Zor günlerdi. Umutsuzluğun adı ‘aklı başında davranmak’ olmuştu.

İşte o karanlık günlerde yalılarda keyif yapmayı, salonlarda endam göstermeyi değil bedenini hedef yapıp, ölümü göze alıp Anadolu’nun tozlu ve çamurlu yollarında milletin istikbaline baş koymayı seçenlerin vatan ve hürriyet sevgisi tartışılamaz.

40 KİŞİYDİLER

Onlar ilkin 40 kişiydiler. Padişah’ın Karadeniz vilayetlerinde yaşanan olayları incelemek üzere gönderdiği heyetin Başkanı Mustafa Kemal’di. İstanbul’dan Anadolu’ya geçilmesini yasaklayan İngiliz işgal komutanlığı bu kalabalık listeyi reddetti. Padişah’a, “40 kişi ile teftiş mi olur! Sizin başka bir niyetiniz var!” diye ihtar verip sayıyı 18’e kadar düşürdü. Padişah Vahdettin, birisi hariç işgal komutanlığının bütün isteklerini kabul etti. O olmadan heyeti göndermeyeceğini kararlılıkla bildirdi. Padişah’ın vazgeçmediği şart, İngilizlerin millici diye Anadolu’ya geçmesini veto ettiği Mustafa Kemal’in ‘heyete kabul edilmesi’ şartıydı! Padişah için vazgeçilmez tek şarttı Mustafa Kemal! O, “İngiliz ajanı” spekülasyonlarına konu edilen pasaportundaki İngiliz vize mührü, Bandırma Vapuru’na binerken vuruldu. Tarih 16 Mayıs’tı.

KUR’AN ÜZERİNE YEMİN

16 Mayıs günü Cuma’ydı. Namazdan sonra, gideceği kesinleşince Mahfil-i Hümayun’a veda etmeye gelen Mustafa Kemal Padişah’la birlikte 4 kişinin huzurunda, teamülde görülmeyen şekilde Kur’an üzerine el basarak görevi için her türlü fedakarlığı yapacağına dair yemin içti. Olağan bir göreve gitmediği belliydi. Ayrılırken annesi kriz geçirip bayıldı, kardeşi gözyaşlarına boğuldu. Çıktığı macera biraz da çılgınlıktı.

GÜÇ TEMERKÜZÜ SAĞLANIYOR

Verilen görevin bu ayrıcalığı bir işaret olacak, kendisinden rütbece üstün ve nüfuzca daha etkili olan Doğu Orduları Komutanı Kazım Karabekir ve Osmanlı Genel Kurmay Başkanlığı yapmış Fevzi Çakmak gibi büyük komutanların da etrafında kenetlenmelerini sağlayacak, Mustafa Kemal’in önderliğinde oluşan güç temerküzüne dağınık milli kuvvetlerin katılması Böylece sağlanacaktı. Daha da önemlisi, ileride Büyük Millet Meclisi’nin omurgasını oluşturacak olan kurumsal yapıya kavuşmuş hazır Balıkesir Meclisi yeni Ankara Meclisi’ne katılmak istemezken İstanbul devreye girerek Mustafa Kemal etrafında birleşilmesini sağlayacaktır. Çünkü İstanbul Meclisinin millici vekilleri Ankara’da toplanmıştır. Yunan denize dökülmüşse bu birliktelik sayesinde olmuştur.

BÜYÜK İŞLER BÜYÜK BİRİKİMLERİN ESERİDİR

Zaten stratejik görevler yaparken bu günlere hazırlık da yapmıştı Mustafa Kemal. Adana’da Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı yaparken dağ köylerindeki milli kuvvetleri silahlandırmıştı. Toroslarda yaşayan halka çok güveniyordu. Zaten sanki tasarım yapan bir el, işgal edileceği belli olan bu bölgede direnişe zemin hazırlasın diye onu oraya görevlendirmişti. Bu bölgede faaliyetleriyle verdiği rahatsızlık ve işgal kuvvetlerine karşı beyanatları nedeniyle bu görevden alınmıştı. Develi, Antep, Maraş ve Urfa direnişleri ile de ileride birebir ilgilenecekti. Doğu Anadolu’nun Rus işgalinden kurtuluşunda Bingöl, Bitlis, Muş bölgesini kurtararak Diyarbakır’a girilmesini önleyen komutandı. Bu dönemde Güneydoğu aşiret reisleriyle yakın ilişkiler kurmuştu. Kurtuluş Savaşı’nın her adımında emeği olan bir komutandı. Milletin hürriyeti ve devletin bağımsızlığı konusunda Vatan ve Hürriyet Derneğini kurduğu genç subaylık döneminden bu yana kırıksız çizgisi vardı.

BİN YIL ÖNCEKİ TOPRAKLARDAN, YENİDEN…

Samsun’a çıktığında İngiliz ajanları kaynıyor diye faaliyetlerine Havza’da devam etme kararı aldı. Havza’ya yaşlı bir gayrı müslimin arabası ile giderken yolda kalınca, yaya geçmişti. “Dağ başını duman almış” bu yürüyüşte Milli Mücadelenin dili olacaktı. Amasya’da “Bağımsızlık” diyen ilk genelge yayınlandı. Sivas ve Erzurum Kongreleri, kararlılığıyla bin yıl önce Anadolu’nun yurt yapılacağı topraklardan milletin istiklal ruhunu yeniden ateşlemişti.

 

 

“BU SON ORDUSUDUR İSLAM’IN!…”

Meclisi Kur’an ve Buhari hatimleri ile ve Cuma Namazı sonrası dualarla açmıştı. İstiklal Marşı için “Milletin ruhunu anlatıyor” diyordu. Herkes biliyordu ki bu mücadele Türk Milletinin değil İslam’ın son varlık savaşıydı. Onun için Yahya Kemal, Sakarya’daki neferler için şiirinde “Galip et! Çünkü bu son ordusudur İslam’ın!” diye yakarıyordu. 19 Mayıs ruhu, 1071 Malazgirt, 1453 İstanbul zaferlerindeki ruhla aynıydı, aynı heyecandı, aynı misyondu. Onun için Trablusgarp’tan, Hindistan’dan, Azerbaycan’dan, Sudan’dan dualar, destekler geliyordu. Batı, Hasta Adam Osmanlı’ya idam ilmiğini uzatmış, fakat Sevr mahkumiyetine bilgece ve yiğit bir kararla cevap verilmişti: “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır!” Bu ses 2700 kişilik Kuvvay-ı Milliye’nin büyük devletleri toprağından söküp attığı emsalsiz destanın kahraman sesidir. Milli Mücadelenin sesidir.

SİVİL İNİSİYATİFİN DİRENİŞİ

Halk, derneklerle örgütlenmişti. Müdafaa-i Hukuk Dernekleri (Hakları Koruma Dernekleri)’ydi bunlar. Sivil toplum derlenişi ile Meclis’te temsil sağlanıyor, aynı sivil toplum girişimi askere alma işlemlerine kadar halkı sevk ederek direnişi örgütlüyordu. Misak-ı Milli (Milli Ant) açıklanmış, Tekalif-i Milliye ile yardımlar alınıyordu. Taşın altına her vatandaş elini koymuştu. Milli Mücadelenin ana karakteri, milleti örgütleyen bir sivil toplum inisiyatifi olmasıydı.

TEMELLER: ÜÇ DEĞER, ÜÇ BAŞKANLIK

Bir devlet yıkılmış, yeni devlet kurulmamıştı. Bu ara dönemde milleti sevk ve idare etemek üzere kurulan üç başkanlık devletin mihveri ve Kurtuluş Savaşı’nın mihengi oldu. İlki Meclis Başkanlığı idi, Başkan Mustafa Kemal’di. İkincisi Genel Kurmay başkanlığı idi; başında Mustafa Fevzi Çakmak vardı. Üçüncüsü ise Diyanet İşleri Başkanlığı idi, Reisi Mehmet Rıfat Börekçi’ydi. Birincisi bayrakı, ikincisi vatanı, üçüncüsü İslam’ı temsil etmekteydi. Birincisi bağımsızlık, ikincisi hürriyet, üçüncüsü iman demekti. Devletin kurucu unsuru olan bu üç başkanlık ne zaman birlikte hareket ettiyse karşımızda hiçbir güç duramadı, yüceldik. Ve ne zaman birbiriyle ters düştüyse düşmanın elinde oyuncak olduk. Ordumuz dinimizi küçümsediğinde ya da halk camilerden uzaklaştırıldığında hep zaaflara düştük. Ordu-millet elele oldukça İstiklal savaşı gibi destanlar yazdık hep. Bu üç değerin birlikteliği ve bu üç kurumun uyumuna kim zarar veriyorsa, o ya hain ya da gafil olabilir.

TOPYEKÜN MİLLET MÜCADELESİ

19 Mayıs bayram ilan edildiğinde 1938 yılıydı ve Mustafa Kemal hasta yatağında ölümle pençeleşir haldeydi. Kurtuluş Savaşı sonrası yaşanan siyasal süreçler; suikastler, darbe girişimleri, ayaklanmalar, devletin yeniden yapılanması, yol arkadaşlarından tasfiye edilenler, yapılan devrimler ve kişisel görüşleri hep tartışılageldi, dinmesi de mümkün gözükmüyor. Ancak belki bir müşterek noktada buluşmak mümkündür: Kuşkusuz O, binlerce yıllık tarihimizde belki de en kritik varlık ve yokluk savaşında, kendisini sevenleri ve sevmeyenleri arkasında birleştirmeyi başararak davasını zafere ulaştırmış büyük bir mücadele adamı, asker ve liderdir.

Kurtuluş Savaşı için Mustafa Kemal’in önemli ve tarihi rolünü asla küçümsemeden bu büyük zaferin bir şahsa indirgenemeyecek topyekün bir millet hareketinin destansı zaferi olduğunu vurgulamak, kurtarıcılar arama zaafımızı belki kapatabilir, sorumluluk duygumuza da katkı sağlayabilir.

TIPKI ONLAR GİBİ

19 Mayıs olayından bir asır sonra aynı şekilde ‘beka’ meselesiyle yüzleştiğimiz, 15 Temmuz gecesi bir kurtuluş kıyamı yaşadığımız bu dönemde, Samsun’a çıkılan, Amasya, Sivas ve Erzurum’da sergilenen kararlılıkla Ankara etrafında birleştiğimiz, sonra da dünyaya gösterdiğimiz ruhla yeniden birleşmeye var mıyız? onlar gibi, “Manda ve himaye kabul edilemez!” diyecek miyiz? “Milletin kaderini yine milletin azim ve kararı belirleyecektir!” diyebilecek miyiz? “Vatan bir bütündür, tecezzi(parçalanma) kabul etmez!” diye haykırabilecek miyiz? Ve vakti gelince şehadete “Ya istiklal, ya ölüm!” diyerek koşabilecek miyiz?

Tıpkı ‘onlar’ gibi.

 

ROMANLARDA TEHCİRİN YOLCULUĞU

  • 2.1Bin Görüntülenme Sayısı

Cumhuriyetçiler ve Demokratlar

  • 1.7Bin Görüntülenme Sayısı

1 Yorum

  1. Berkant Mert

    Merhabalar Osman Arslan
    Durumu, derli-toplu toplu özetlemişsiniz. İT’nin A takımımnın 27.000.000 metrekare vatan toprağını buharlaştırdığını söylüyorsunuz ama aynı İT’nin B-C takımının Lozan’a giderken 3 milyon metrekare toprak varken 780.000 metrekare olarak kabulle döndüğünü unutmayalım ( Kemal Tahir, romanlarında bunu ‘ bakkal dükkanı blie bu kadar kısa sürede tasfiye olmaz vs. şeklinlnde eleştirir).
    Bunlardan da söz etmezsek, 2004’ ten beri Yunanistan’ın 18 kayalık-adamızı, ki, Ege illerimizin uzantısı olan bu topraklarımızın kaybını sağlıklı eleştiremiyoruz.
    Sizin, birlik-beraberlik adına ortaya koyduğunuz tabloyu samimiyetle desteklerken tarihe not düşmek adına görüşümü bildirdim.
    Sizin yazılarınızı son derce objektif buluyor ve tebrik ediyorum.
    Allah’a emanet olun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hakkımda
Hakkımda
Merhaba. Bu sayfalarda birlikte olmaktan son derece mutluyum. Hoş geldiniz. Hayat yolundayız. Her birimiz ayrı bir mecradan, farklı bir maceradan geliyoruz...

Site Toplam Ziyaretçi: 285

Son Yüklenenler

Paylaşımlarımdan Haberdar Olmak İster misiniz?