İNSANLARA HOŞGÖRÜ FİKİRLERE ÖZGÜRLÜK

İNSANLARA HOŞGÖRÜ FİKİRLERE ÖZGÜRLÜK

Osman ARSLAN

Bir Ramazan ayını daha idrak ettik.

Mü’minlerin mabetlere doğru; her yönden gelip bir denizde birleşen sular gibi huzur merkezlerine akıp toplanışları ve sonra temizlenip billurlaşan su misali huşu toplamış nurlu çehrelerle dağılışları Ramazanın ruhaniyetine, belki daha çok bu toprakların tevarüs ettiği iklime has bir manevi şehrayin halinde geçip gitti gönüllerimizden.

Ramazan boyu, mâveradan zerk edilden aşkın ilahi dozunun zevkine kandıkça yüreklerimiz, her lahza biraz daha ihvan olduk, her an daha çok hemhal olduk. Ne güzel bu rayihalarla kokması ruhlarımızın! Ne eşsiz bu tütsülerle dönmesi başlarımızın!.. Ne bulunmazdır, kan rengi şafaklarda güneşlerden bile uyanık olmak! Ne hoş bu mana milliyetine ait olmanın hissiyle bir beden gibi bütün olmak!

AHENGİ BOZAN

Fakat bu büyük hazineyi unutan; maneviyata uzak, insicamı dağıtan, ahengi bozan gelişmeler de yaşandı.

Medyanın, kendisini dünyaya getiren “anahtar deliğinden bakma” güdüsü ile “eğlence sevgisi” olan aslına sadık kalan polemikçi karakterine, ne hazindir ki bu emsalsiz manayı kurban verdiğimizi Bu Ramazan Ayında bir kez daha gördük.

Elbette tartışılan konularda bizim de serdedecek bazı görüşlerimiz var. Bunları yazmak için de yeltenmişken, başka öncelikler olduğunu düşündük. Fikirden de önce gelen, fikirleri değerli hale getiren öncelikler olduğunu. Onlar sözü de anlamlı kılan şeylerdir. Bu Ramazan ayında asıl bunun eksik olduğunu gördük.

O eksik olduğu için ilmin ve hikmetin ham lakırdı ile aynı hizaya geldiği bir mugalata devri yaşıyoruz. O eksik olduğu için ilmi kuvveti olmayanların sıvışma yöntemi olan sataşmalarla ve çatışmalarla konuşuyoruz gündemlerimizi.

Bu nedenle gündemimizi, tartışmaların niteliği ve üslubu ile dijital ortamda dini yayın ve paylaşımların durumunu değerlendirmek oluşturacak.

KİME SESLENECEKSİN?

Bu ortamda görüşünü açıklasan, kime söyleyeceksin? Sana sırtını dönüp kendi duvarlarına ağlayanlara mı? Kime sesleneceksin? Ezberlerini imanları edinmiş “eskilerin masalları” ile avunanlara yahut “bilmediğinin ardına düşen” irfan fukaralarına mı sesini duyurabileceksin?

Şu monolog panayırında kim seni dinleyebilir? Kimle konuşacaksın? Beyaz camı bir ay boyunca dolduran; birer “tiyatro”ya, “seremoni”ye dönen vaazlara mı, “sahne alma”ya dönüşen sohbetlere mi muhatap olacaksın?

“Aklını çöpe at” deyip “akıl veren” allame de, “Akla gelen dışında din yok” diye müktesebatsız “yerden bitme din edinen” de seni dinlemez ki! Sesinin hitap edeceği kaç kişi var? Yalnızız bu ülkede.

FARKLI DİNLER Mİ KAPIŞIYOR?

Nitekim birbirlerini de dinlemiyorlar. İzlediğimiz tartışma programlarının her birinde sanki bir başka din anlatılıyor. Hatta bazı tartışma programlarında orada bulunan görüş sahibi kadar farklı din var sanki. Aynı maksada hizmet ediyoruz, diyen yok. Karşımdakini de dinleyip bir haklılık payı vereyim, kendim de istifade edeyim diye düşünen yok. Uzlaşan iki konuşmacı göremedik. Herkes, sanki diğerinin görüşünü çürütmeye memur sanki. Bu nasıl bir menfi ve nefsi gayrettir Allah’ım? Bu çabanın binde birini karşıdakini anlamaya sarf etseler uzlaşılacak zeminler bulunacak. Hayat kolaylaşacak.

“Farklı şeyler söylesinler, iyidir” diyenleri de duyar gibiyim. Farklı şeyleri konuşmanın adabı bu değildir. “Benim söylediklerim yanlış olması muhtemel doğrulardır. Senin söylediklerinse doğru olması muhtemel yanlışlardır” diyen muhteremlerin devri geçmiş! Onlar, böylesine geniş görüşlü oldukları için müçtehit oldular, çağlarında çığır açtılar. Bugün gördüğümüz hazımsızlıklarla, dar bakışlarla yürününce çağımıza “sağır” kadar habersiz kalıyoruz.

YENİDEN MÜSLÜMAN OLMAK

Birbirlerinin görüşlerine o kadar saygılıydılar ki, biri diğerinin mekanına gitse, kendi görüşünü söylemeye haya ederdi. Kendi fikirlerini kutsallaştırmazlardı. Şimdi, tekfirle itham edecek kadar, birbirimizin camisine, dergahına sırt dönecek kadar uzaklaşmışız. Bizi birleştiren kaynağı unutmuşuz, bakmayın dilimizde mırıldandığımıza.

Yeniden Müslüman olmamız gerek. Sil baştan.

Birisi kendi görüşünü açıklamak için bir ayeti delil gösteriyor, diğeri onun görüşünü yine ayetle çürütmeye çalışıyor. Ya ayetleri “etrâfını câmî, ağyârını mânî” ele alacaklar, bütünsel okuyacaklar; ya da hiçbir şey anlatmayıp susacaklar. Böylece Müslümanların kafaları karıştırıp vebale girmeyecekler. Halkın hali perişan! Neye inanacağını şaşırıyor insanlar. Haliyle bu durum, dine karşı güven zaafiyeti doğuruyor. Belki sussalar islam’a daha çok faydaları olacak.

İLLE DE EDEP

Tartışma konularına ilişkin fikirlerimizi açıklamayı da anlamlı hale getirecek başka bir şeyi konuşmamız lazım. Haklı olup olmamaktan, doğru söyleyip söylememekten daha önce gelen bir şey var: Edepli olmak. Hoşgörülü olmak. Empati yapabilmek. Haklılık payını verebilmek.

Unutmayalım ki ortaya atılan görüşlerin aslında hiç birisi yeni değil. En yeniyim diyen fikrin bile en az 800 yıllık hikayesi var. Her birisi lokal olarak veya hâkim olarak uygulaması görülmüş, sonuçları müşahede edilmiş akımlar içinden geliyor. Neyin hırsını yaşıyoruz, anlamak mümkün değil. Oturup eğriyi doğrudan, faydalıyı zararlıdan tecrübenin ve ilmin ışığında ayırt edeceğiz, hepsi bu.

Aslında, Umberto Eco’nun “Gülün Adı” adlı sinemaya da uyarlanan roman türündeki kitabında anlattığı iki Katolik rahip olan Jorge ve William’ın mücadelesini verdiği görüş ayrılıklarının İslam’a uyarlanmış hallerini dini program ve dini tartışmalar diye izlemekten sıkıldık.

IŞİD’İ DOĞURAN HATA İÇİMİZDE

Ağzımızı açtığımızda IŞİD düşmanlığında önde giden oluyoruz. İyi de, IŞİD’in hatalarının ilki, tam da bu değil mi? Karşı tarafı dinlemeye bile gerek görmemek! Zaten IŞİD’ler, Taliban’lar, El Kaide’ler buralardan gelmiyor mu? Bu üslupsuzluk ve tahammülsüzlük IŞİD’in doğduğu yerdir. “Birbirimizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olmayız” ki!..

Kur’an’ın kullandığı dilinde “anîd” yahut “leccac” kavramları(Müminun 23/75) taassubu yere vuran ayetlerken; “İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, kötülük ve düşmanlık yönünde yardımlaşmayın” meâlindeki âyetle (el-Mâide 5/2) tartışmaların doğru bilgilere, kanıtlara, aydınlatıcı kaynağa dayandırılması (Âl-i İmrân 3/66; el-Hac 22/3, 8) ve güzellikle yapılması (en-Nahl 16/125; el-Ankebût 29/46; Fussılet 41/34) gerektiğini, dinde zorlama olamayacağını (el-Bakara 2/256) bildiren âyetlerde dolaylı biçimde taassup reddedilmekte iken ne adına, neyin ihtirasındayız?

Üstelik Elmalılı Muhammed Hamdi, “dinde zorlama yoktur” âyetinin insanları zorla bir dine sokma çabasını yasaklaması yanında hürriyet alanına giren konularda kimseye baskı yapılamayacağı anlamına geldiğini de belirtmektedir. Gelin bu yorumlardan, Allah’ın irade ettiği gibi daha yumuşak, daha özgürlükleri tanıyan ve bireyi muhatap alan bir dini alan oluşturup orada yaşama ve tartışma zemini kuralım kendimize. “Kolaylaştıralım, zorlaştırmayalım.”

MÜŞRİK DURUŞU: TAASSUP BELASI

“Onlar sağır, dilsiz ve kördür, çünkü akıllarını kullanmazlar” (el-Bakara 2/170-171) kınamasının muhatabı sadece o gün yaşayan belli kişilerden ibaret müşrikler midir? Yani bugün bu ayet hükümsüz müdür; yoksa bu ayette tanımlanan “müşrik duruşu” mu eleştirilmektedir? Müşrik duruşunun en belirgin özelliği, ayette tarif edilmiştir. Bu tarifi dilimizde taassup kelimesi karşılar sanırız. Müşrik duruşundan ne kadar uzaktayız acaba? Kendini en açık görüşlü sananlarımız bile sormalılar: “Taassubun neresindeyiz?”

 Cedel, hilâf, husumet gibi kavramlar çerçevesinde daha çok inanç ve fikir taassubuyla bunun doğurduğu kısır çekişmeler hakkında geniş etütleri olan İsfahânî bu tarz çekişmeye girenleri “birbiriyle vuruşan hayvanlara” benzetir. İsfahânî öldürmenin yaşatmaktan, yıkmanın yapmaktan daha kolay olduğunu belirten ifadeleriyle taassubun hiçbir olumlu değer üretmeyen yıkıcı bir ruh hali sayıldığına dikkat çeker. En haklı ve doğru fikirleri bile taassup yıkıcı ve geriletici niteliğe bürür. Öyleyse ilk işimiz ve belki tek ödevimiz: Geniş görüşlü ve hoşgörülü olmak, taassubu her alanda aşmak olmalıdır.

“SANA AİT GÖRÜŞÜN OLSUN”

Belki de taassup karşısında en güçlü eleştiriyi yükselten, kendi çizgisinin ileride İslam skolastiğinin omurgası haline gelecek olması kadersizliğini de göreceğimiz Gazzali olmuştur. Gazzali’nin Mîzânü’l-amel’inin son sayfalarında yaptığı değerlendirmeler bugün için dahi sarsıcıdır: Mezhepleri bir görüş olduğu için değerli bulan ama mezhepçiliği liderlik ve öne çıkma hırsıyla kullanmak anlamına geldiği için zararlı bulan Gazzali “Mezheplere yönelmeyi bırakıp gerçeği düşünce yoluyla kendin bul ki sana ait bir görüşün olsun. Kılavuzunun koluna takılıp giden kör gibi olma!… Kurtuluş bağımsızlıktadır … Yalnız kuşkular insanı gerçeğe götürür, çünkü şüphe etmeyen gerçeği göremez.” der. Halbuki, günümüzde anlatılan, bilinen Gazzali bu değildir.

Bu tutuculuğu, taassubu müspet bir anlama taşımak amacıyla yazılmış bildiğimiz tek kitap Cemalettin Efgani’nin “Et Taassup” kitabıdır. Efgani ise bir mason, İngiliz ajanı ve sahte bir İslamcı olarak devrinde Osmanlı’yı ve İslam birliğini bozmaya hizmet etmiş bir sahte kişilikten ibaretti. Öyleyse, “benim yolum” diye tutturanlar itibarlı bile olsalar Hakka hizmet etmiyorlar. Belki Efgani’nin kötü etkisini toparlamaya çalışan esaslı çalışma Said Halim Paşa’nın “Taasub-ı İslam ve Mana-yı Hakikiyesi” eseri oldu. Diyordu ki: “Evet, Hıristiyan Dünyası biz Müslümanlara taassup yaftasını takarken haksızdır. Lakin biz Müslümanlar arasında da bu yaveyi hak edecek örnekler bolca var.”

MÜSLÜMANLARIN KAFASI KARIŞIYOR

Fikrimizin mutaassıbı olmak, nefsimize esir olmaktan farksızdır. Kibir fikirde başka nasıl tezahür eder? Gelin, kardeşler olalım. Kardeşlerin iyi niyetli fikirlerini delilleri ve gerekçeleri ile anlamaya çalışalım. Göreceğiz ki hepten haksız olan da yok, mutlak doğruyu söyleyen de. Hayatı kendimize zorlaştırmayalım Dinimizi de tatsız, keyifsiz, itici hale getirip, iğneli fıçıya çevirmeyelim.

Bir daha Ramazan aylarının rahmani havasını solurken şeytana mahal vermeyelim. Birbirimizi anlayışla karşılama medeniliğini gösterelim. Hıristiyan ortaçağının taassup görüntüleri gerçekten bizlere yakışmıyor.

Fikirleri özgürce konuşulurken bağnazlığın ver çatışmanın doğmamasının yegane yolu tahammül ve hoşgörüyle yaklaşmayı bilmektir.

Müslüman halkı da bu çekişmenin arasında bocalamaktan kurtaralım. İnsanlar tercihlerinden dolayı kınanmasın. Zaten haklı ve güçlü olan, ihtiyaçları karşılayabilen görüşler nihayetinde egemen olacaktır.

Sadece sabır ve hoşgörü.

NEŞTER ŞART!

“Medyanın o kadar etkisi olacağını sanmıyorum” diyenler olacaktır. Onlara, Hamdi Uygun ve Ramazan Buyrukçu’nun “dindar sosyolojisi” üzerine alan araştırmalarının sonucuyla yanıt vermek gerekir. İlginçtir; ülkemizde Dini inançlara(islam’a) şüpheyle bakanların üzerinde medya etkisi yüzde 41 düzeyinde iken ibadetlere soğumanın nedeni olarak medya etkisini gösteren denek oranı da yüzde 37!.. Din adamlarının söz ve davranışlarından dolayı dini hayata soğuduğunu söyleyenler yüzde 16.67!… Medya ve din adamı bileşeninin dini hayatımıza zararı ortada değil mi?

Üstelik bu sonuçlar bize özgü de değildir. 1990’lı yıllarda Avrupa’da yapılan bir dizi araştırma da aynı sosyolojik bulguyu vermişti: Kitle iletişim araçları dine uzaklaşmaya sebep oluyor. Carter’ın “İnançsızlık kültürü” kitabı bunlardan birisiydi. Kilise’nin günümüzde medyaya karşı tutumunda, Papa 6. Aexander’ın 1501’deki matbaaya karşı duruşundan tek farkı “etki gücü”dür. Medyanın bu “soğutcu rolü”nü bazı felsefeciler “kitle iletişim araçlarının insanı kendine yabancılaştırma etkisi” şeklinde de yorumlamıştır.

Öyleyse bu konuyu ele alışımız sebepsiz olmadığı gibi gereksiz de değildir. Medya’ya dini programlar etiği kazandırmak RTÜK’ün işlerinden birisi olmalı değil mi? Medya bir neşter istemiyor mu?

Kanaatimizce, bundan böyle devam eden bir şekilde “Din ve Medyaya ilişkisine kurumsal nitelikte izleyici merkezli multidisipliner yaklaşım” zorunludur.

IRKÇI DEĞİLİM AMA…”

Diğer yandan, Yeni Medya (sosyal medya ve cep telefonu iletişim platformları)nın iletişimselliğe katkısı tartışılmazken toplumlarda insanlar ve gruplar arasında “nefret söylemini artırdığı” tespiti Birleşmiş Miletlerin Durban bildirgesine girmiş bir olgudur. Bu bildirgede yeni medya dolayımı ile yaygınlaşan nefret söylemine özellikle vurgu yapılmaktadır. Dijital iletişim yollarının, dijital etkileşim çıktısının, internet’in her türlü hoşgörüsüzlüğü artırdığı tespit edilmekte ve yeni iletişim teknolojilerinin bu boyutunu düzeltmek amacıyla kullanılmasının desteklemesi önerilmektedir.

Facebook, Twetter, Whatsapp gibi platformları iletişim türü olmaktan çıkartıp “etkileşim yolu” olarak seçenler nefret söylemini zaman içinde içselleştiren bir dönüşüme kapılıyorlar. Avrupa’da daha önce görülen bu etki nedeniyle ortaya çıkan, Türkiye’nin henüz imzalamadığı Avrupa Siber Suç Sözleşmesinin kaygılarından birisi de zaten budur.

YENİ MUTAASIPLAR

Eser Köker ve Ülkü Doğanay’ın “Irkçı değilim ama..” kitabı da medyada bir yandan yaptığının nefret söylemine çıktığının farkında olduğu halde buna kayıt koyarak ırkçı söylemler geliştiren ‘mutaassıp’lığın yeni versiyonunu sergiliyor.

Bu süreci yönetmeye uzağız. Medya ve Din, dinin dijitalleşmesinden dinsel nefret söylemine, dinin karikatüral temsilinden medyanın din bilgisine, televizyonda dinin temsiline, reklam iletişimindeki dinsel kurguya, marka iletişiminde dinsel sembollerin kullanımına dek açılan bir alandır. Ve bu alanlarda biz yokuz.

DİNİMİZ DİJİTALLEŞMENİN NERESİNDE?

Medya Din ilişkisi din ile moda, din ile sinema, din ile müzik, din ile spor ilişkisine de dolaylı olarak ilişkilidir. Bir yandan da dini oluşumların medya stratejileri, mezhep farklılıklarının medya yansımaları ayrı bir önem arz etmektedir.

Din görevlilerinin medya ve sosyal medya kullanımı ise başlı başına bir ayrı gündem olmalı. Medya ile din ilişkisini “program yapmak”tan ibaret sanan kafalar Türkiye’ye ve İslam dinine kötülük ediyorlar. Dini programlarda genelde görülen seviyesizliğin, içeriksizliğin, kalitesizliğin, dinin ruhuna uzaklığın sebebini başka yerde aramamak lazım.

Bütün kanallar bir yana Diyanet TV’nin bu sorulara cevabı nedir ki? Öyle bir kaygı sezen mi var? Müslümanlık bu kadar yapay ve yüzeysel, bu denli sığ ve pragmatik bir din değildir! “Dinin dijitalleşmesi” sürecini diğer dinler yanında İslam dini mensuplarının son derece niteliksiz ve senkronize edilemeyen biçimde yürüttüğü açık ama farkında olunmayan bir temel sorundur.

İşimiz çok, meselemiz büyük, yolumuz uzun vesselam…11.07.2016

ROMANLARDA TEHCİRİN YOLCULUĞU

  • 2.1Bin Görüntülenme Sayısı

Cumhuriyetçiler ve Demokratlar

  • 1.7Bin Görüntülenme Sayısı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hakkımda
Hakkımda
Merhaba. Bu sayfalarda birlikte olmaktan son derece mutluyum. Hoş geldiniz. Hayat yolundayız. Her birimiz ayrı bir mecradan, farklı bir maceradan geliyoruz...

Site Toplam Ziyaretçi: 280

Son Yüklenenler

Paylaşımlarımdan Haberdar Olmak İster misiniz?