“SİZ ALLAH’A DİNİNİZİ Mİ ÖĞRETECEKSİNİZ?”
Osman ARSLAN
Söz konusu din olunca ‘söz alan’ da çok oluyor. Her vaiz, ‘kendince bir din’i, o kadar farklı ve yer yer çelişkili anlatıyor ki, insan sormadan edemiyor: ‘Doğru olan ancak bir tane olmalı’ ise hangisi ‘gerçek din’i anlatmaktadır?
Bazıöne çıkan isimler olsa da, şahısları değil de yaklaşımları dikkate alarak bu güncel dini akımları şöyle kategorize ederek soralım: Bu akımlardan hangisinde anlatılan ‘Allah’ın dini’dir?
DÖRT AKIM VE CAN ALICI SORU
Bazı popüler din adamlarının anlattığı ‘Sünnet eksenli, menkıbe ve tevatürle bezeli ahlakçı-gelenekçi halk İslamı mı ?
Tarikat biçiminde örgütlenmiş grupların anlattığı ‘hadislere dayalı, şekilci ve zikri öne alan, tasavvuf İslamı mı?
Hizbullah’tan Hizb’ut Tahrir’e kadar sayısız benzerlerinin sergilediği siyaseti öne alan şeriat vurgusu yapan radikal İslam mı?
Daha çok eğitimli ilahiyatçı grupların savunduğu ‘aklıöne çıkartan Kur’an İslam’ı mı?
Bu dört farklı koldan hangisi gerçek İslam’dır? ‘Dinimiz’ hangisidir bizim? Bugünün can alıcı sorusu, budur.
KÜLTÜREL ZENGİNLİK BÖYLE OLMAZ
Bu anlayışlar, ‘kültürel zenginliğimiz’ denilecek bir durum da arz etmiyorlar. Biri diğerinin varlığından hazzetmiyor, üstelik sapıklıkla, küfürle itham ediyor. Çok kültürlü, liberal bir görünüm olmadığı gibi men edilmiş olmasına rağmen çoğu inhisarcı ve tekfirci bir karakter taşıyor. Bu nedenle de, ‘İhtilaftan umulan rahmet’ burada değildir; aksine bir ‘fitne’ haline delalet etmektedir.
Yani önümüzdeki gündem, çözümlenmesi gereken hayati bir sorundur.
Doğruyu araştırmaya başlarken, dönüp önceki dinlerin deneyimlerine bir göz atmakta fayda vardır:
SÖZLÜ TORA SONRASI YAHUDİLİK DÖRT PARÇA
Yahudilik dört yaklaşımla dört ayrı kola ayrılmıştı(İslam Ansiklopedisi Yahudilik Maddesi). Bu ayrışma, Kutsal Kitap olan yazılı Tora (Tevrat)’nın yanına ‘Sözlü Tora’nın eklenmesiyle başlamıştı.
Halk yığınlarında yaygın Ferisiler, Yazılı Tora yanında sözlü Tora’ya da iman eden ahlakçı-gelenekçi Yahudiliği yaşarlardı.
Esseniler, ezoterizmin(sırlar dünyasının) etkisiyle hareket eden kaderci ve mesiyanik mistik (tasavvufi) Yahudilerdi.
Başkâhin Zalot’un liderliğindeki Zelotlar, ‘Tanrının iktidarına (teokrasiye)’ inanmış Siyasetçi/Şeriatçı Yahudileri oluşturdular.
Kahin Sadoq tarafından kurulan Sadukiler, elitist, en eğitimli gruptular ve insan iradesini öne çıkartan Kutsal Kitabı tek kaynak kabul eden akılcı Yahudilerdi.
PAVLUS’UN NAKİLLERİ SONRASI DÖRT PARÇA HRİSTİYANLIK
Bugünkü Hristiyanlık da, İsa’dan iki asır sonra gittikçe çoğalan İncillerin İznik Konsili’nde Azizlerin yazdığı yüzlerce İsa’ya ait söz ve anı birleştirilerek oluştu. Bunun da öncesine tekabül eden ve izleri bugün de görülen kadim Hristiyan akımlarışöyle sıralanabilir (İbn-i Hazm, İbn Teymiye):
Teslis inanışının kurucusu olan Berberiler (Meryemiler gibi pek çok grup bu inançtadır) üç Tanrı olduğuna inanan, Meryem’in de hikayelerini işe katan, tevatürcü- ahlakçı- gelenekçi nitelikteydi.
Pavlusçular, bazı ekolleri de etkisine almış, İsa’yı mucize kul kabul eder, Mesih inanışına odaklanırlardı. Mistik karakterleri baskındı.
Nesturilik(emsali pek çok akım gibi) Roma Kralı Nestur’u meşrulaştıran bir Teslis Dini oluşturmuş teokratik/siyasal/şeriatçı din anlayışını taşımaktaydı.
Ariusçular vahiy olmayan sözleri kabul etmeyen İncil’i baz alan iradeci ve akılcı Hristiyanlardı.
DİNLERİN ORTAÇAĞI: AYRIŞMALAR
Görüldüğü gibi, kendi Orta Çağı geldiğinde üç semavi dinin de aynı nitelikte ayrışmalarla benzer kaderleri yaşadığı söylenebilir. Üç dinin ayrışan kollarının birbirine bu denli benzemesi ise ayrışmanın nedeninde bulunabilir: Üç din de vahiy kitaplarından sonra peygamberlerinin sözlerinin kaynak oluşturması(Yahudilerde sözlü Tora’sı, Hristiyanlarda Pavlus, Matta, Markos, Luka, Yuhanna… gibi kişilerce İsa’dan sözler aktarılması, İslam’da Hicri 2. Yy.dan sonra toplanan hadislerin devreye girmesi) üzerine bu acı deneyimleri yaşamıştır.
Acıdır; çünkü bir dinin Allah tarafından seçilen elçisinin o dinin bozulmasının vesilesi yapılması, insanoğlunun ne kadar ‘hain’ olabileceğinin ‘trajik’ bir timsalidir.
Ancak bu dinlerin kaderi, inşallah yaşadığı kendi ortaçağında aynı imtihanı vermekte olan İslam için de geçerli olmayacaktır. Çünkü İslam, gerçek şanslara sahiptir: Allah tarafından korunmuş bir kitaba, mitoljik değil tarihsel kimliğe sahip bir Peygambere…
Bu ayrışmalar hakkında, geçmiş toplumların kıssaları ile bize öğüt veren Allah (C.C) Kur’an’da, ehl-i kitabın bu ayrışmış durumunu kınayarak anlatır bize:
KENDİLERİNDE OLANLA BÖBÜRLENENLER…
“Dinlerini parça parça eden ve gruplara ayrılanlardan olmayın! Her grup, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.”(30,32)
İnsan ürperiyor: Halimiz tam da budur! Kendi görüşleri ile böbürlenen, diğerlerini din dışı sayan akımlar her yanımızı kuşatmış durumda…
“Bizi dosdoğru yola ilet; nimet verdiklerinin yoluna. Gazaba uğrayanların (Yahudilerin parça parça olan yoluna) ve dalalettekilerin (Hrisityanların parça parça olup ayrışan) yoluna değil.”(1/6-7) dememizi isterken Rabbimiz, biz ağzımızdan çıkanın tam aksine, dört ana başlıktaki kolları, adeta ehl-i kitabın yollarını takip eder gibi adım adım izlemişiz.
Gaflet dağları sarmış. Böyle giderse, onların yolunda ilerliyoruz. Bütün hastalıklarımız ve bütün mücadelelerimiz, tarih gösteriyor ki, aynıyla tekrardan ibaret sanki.
Onların dinleri konusunda düştüğü ifratlar ve tefritlerden Müslümanların kurtulmasının yolu nedir?
“ALLAH’TAN BAŞKA HAKEM Mİ?..”
Bir ihtilaf konusunu çözmenin yolu, tarafların dördünün de üzerinde uzlaştığı bir noktadan, hakemden hareket etmektir, şüphesiz.
Söz konusu olan Müslümanlar ise, ‘ortak nokta’ tartışmasız Kur’an-ı Mübin olmalıdır. Zira “Sünnet” dediğimiz andan itibaren ise, yer yer sünnetin kendisine, ama çoğunlukla içeriğine itirazlarla birlikte ihtilaflar başlıyor. Artık bu noktadan sonra icma ve kıyas’ı konu etmenin ise lüzumu bile kalmıyor.
Öyleyse yolumuzu çizmek için Kur’an’a başvuracağız. ‘Müslümanım’ diyenler de sünnetin raptolduğu haliyle Kur’an’ın gösterdiği yoldan ayrılmamalıdır. İhtilaflarımızın başka çözümü yok.
Zaten Yüce Rabbimiz gönderdiği kitap için demiyor mu “Şüphesiz ki bu Kur’an ‘en doğru yola iletir’!”(16/89) Demek ki sayılan bu yollardan hangisinin doğru olduğunu bize gösterecek rehber, elimizdedir. Gerisi ‘O’nu okuyup anlamaya’ (43/3) kalmıştır.
Üstelik yollarımızın ayrıldığı bu kavşakta, ihtilaflarımızıçözmek için gidilecek merci hususunda da katı bir ifade ile bize seslenir: “Allah’tan başka hakem mi arayayım?…”(6/114) “herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Peygamber’e götürün..”(4/59)
Net ifade edersek, sorunun çıktığı yer ‘sünnet ve hadis’, çözüm yeri ise Kur’an’dır. Buna yükselen ilk itiraz şu: “Fakat Kur’an’ı biz anlayamayız. Hadisler ve Sünnet, ilaveten tefsirler Kur’an’ın açıklamasıdır zaten”
MESELENİN PÜF NOKTASI: SÜNNET
İşte burası, aslında meselenin de tam püf noktasıdır. İslam âlemi bir kısır döngü içinde, ‘Kur’an’la yarışan sünnet’ anaforunu bin yıldır aşamamıştır. Halbuki Kur’an’a baksanız işçözülüverecek.
Çözülüverecek de, hakikat zahmet sever, kolayca bulunmaz; gayret ve samimiyet olmadan ulaşılmaz. Hele konu ‘sünnet’se iş iyice zorlaşır.
Kur’an-ı Kerim’in, bütünüyle her satırında zaten Hz. Peygamberi görürsünüz. Zira sebeb-i nüzul’ü (vahyolma nedenini) öğrenmeden bir ayeti yorumlayamazsınız. “Sebeb-i nüzul” dediğimiz şey de ‘Peygamberin yaşadığı’ yani ‘sünnet’tir. Ayetlerin anlama kavuşmasında doğrudan bir katkısı zaten vardır sünnetin. Hatta çoğu kez peygamber efendimizin bir eylemi üzerine ayetler gelmiştir. Bu eylemi bazen düzeltmiş, bazen onaylamıştır Cenab-ı Allah. Yani sünnet olmadan vahiy dahi olamıyor. Bu kadar iç içe, bu denli mündemiç, tabiri caizse kendi içinde ruh ve beden misali birliktelik olan Kur’an ve sünnet nasıl birbirine rakip, hatta muhalif yapılabilir? Hal böyleyken Kur’an’ı veya sünneti, herhangi birisini nasıl yok sayar, tanımazsınız?
Demek ki sünnet, Kur’an’ın çoğu kez vesilesi, sebebi; bu yönüyle de açıklamasıdır. Reddedilemez. Sünneti ret, Kur’an’ın insana istikamet veren pusulasını atmak demektir. Hatta, en önemli yaklaşım olan Kur’an’a ‘gayeci bakış’ ancak sünnetle anlam bulabilir. Allah’ın muradı olsa idi, eyleme eşlik eden biçimde vahiy göndermez, sünneti dışlar, soyut ve hayattan kopuk ‘mağara metinleri’ olarak indirirdi Kur’an’ı. Fakat öyle yapmadı.
Öyleyse sorun nerededir?
HADİSLER: BİR SORUN YUMAĞI
Sorun, hadislerde düğümlenmektedir. Sünnet gibi ayetlerle eşgüdümlü ve eş zamanlı olmayıp, ayetlerden kopuk şekilde ‘sözler’ anlatılınca film kopmaktadır. Ayetleri bir kenara koyup ‘salt hadislere dayalı hükümler’ ihdas edildiği anda sorun başlıyor. Oysa, ayetleri terk etmeden hadisleri konu etseniz, zaten ayete aykırı hadis olamayacağından; hadis olduğu iddia edilen sözler elenecek, herkes rahatlayacak.
Sünnet ve hadis arasındaki farkı vurgulamak önemlidir. Elimizdeki hadislerin, Peygamberimizden yüzelli yıl sonra toparlanırken ne kadar doğru hatırlanabileceğini düşünerek, gerçekte hadislerin Kur’an’dan kopuk olan kısmıyla dinimizi zorlamanın ne kadar doğru olacağı üzerinde düşünülmelidir. Bu nedenle de, din vazedenler, bir konuyu ayetlerle açıklamadan, doğrudan hadis aktararak işlememelidir.
Bir hususu da düzeltelim: Kur’an’ı anlamak için hadisler, sünnet gibi açıklayıcı değildir, fakat hadisleri sınamak için ayetler kriterdir. Hadisler sünnetin bir parçasıdır; fakat sünnet yaşayan, canlı bir olgudur, hadislerse canlı değil, donmuş, statik bir söylemdir. Hadislerin ayetlerin önüne geçmesi, Yasaların anayasaya uygun olması gerekirken, yasalara anayasayı uydurmaya çalışmak gibi bir yanlışlıktır. Nasıl ki yasalar anayasaya aykırıysa iptal edilir. Kur’an’a aykırı olan hadis de iptal edilecektir.
BİR ÖRNEKLE HADİS(DONMUŞ)-SÜNNET(CANLI) FARKI
Buna bir örnek verecek olursak: Bir Hadis, “Başında kadın olan toplum helak oldu”(Buhari, Tirmizi,Nesai, İbn-i Hanbel) şeklindedir. Bu söz donmuştur. Salt bu hükümle hiçbir kadını idare makamlarına getirmez, başkan yapmazsınız. Nitekim öyle de olmuştur asırlar boyu. Oysa bunun sünnet hali şudur: İran’da bir Melike’ye İslam’a davet mektubu gönderilmiş, Peygamberimizin elçisine kötü muamele yaparak geri göndermiştir Melike. Peygamberimiz de o kadın hükümdarı kastederek bu sözü söylemiştir. Yani o söz, olaya ve şahsa özgüdür. Zamanları ve mekanları aşan donmuş bir genel kural değil, canlı, duruma göre dile getirilmiş bir duygu ve düşüncedir. Bunu, sünnetten koparıp anlarsak peygamber başka bir insan, din başka bir din oluyor, aslından kopuyoruz.
Hoş, bu hadisi, sünnetteki yerini bilemeden Kur’an ile değerlendirseydik de Sebe Melikesi’nin anlatıldığı Neml Suresi 22-24 ayetleri, bu hadisten çıkan donmuş hükmün İslami olmadığını anlamaya yeterdi.
HADİS SORUNUNU ÇÖZMEK ZORUNDAYIZ
Muhammed Gazzali’nin dediği, kritik önemdedir: “İslam toplumları sünnet ve hadisi yanlış anlamaktan çektiğini, uydurma hadislerden çekmemiştir.”
Gerçekten, hadis ilmi, hadisleri anlama amacına matuf gelişmemiştir. Sadece rivayet edenlere odaklanmış, sübutu(kanıtı) ve sıhhati(doğruluğu) meselesi ile ilgilenmiştir. Oysa anlama çalışması; özgülenen sözleri genelleme, tekrarı olamayacak durumları süreklileştirme, folklorik söylemi ayırt etme, zamana göre maksadı kavrama gibi dinamik sonuçlar doğuracak bir alandır. Bu alan dolmayınca, hadis sahası bir savaş alanına dönüşmektedir.
‘HADİSLERİ ANLAMA DİSİPLİNİ’ GELİŞMELİDİR
Biz Müslümanların bu açmazdan çıkması için ilahiyatçılarımızın daha çok yoğunlaşması gereken alanların başında bu konu gelmektedir: Hadisleri Anlama Disiplini geliştirmek! Bugüne kadar olduğu gibi hadis alanına uygulanmakta olan ‘usul-i fıkıh’ı ‘hadis alanına’ uygulamayıp hukuksal bir metot olduğu için sadece kendi alanında kullanmak!
Hadis alanı, maalesef, anlamla buluşmamış bir usul bilimi olarak kalmış olmakla sorunludur. Ve bu tembellik nedeniyle çok kana, çok imana, çok zamana mal olan sorunlar üretmektedir. Kur’an ışığında sünneti, Kur’an ve sünnet ışığında hadisleri ayıklayıp anlamadan biz Müslümanlara gün yüzü yok!
HADİSLERE İLİŞKİN HADİSLER
Bu konuda anlatmak istediğimiz zorluğu doğrudan ‘hadislere ilişkin hadisler’ üzerinden bakarak bile netleştirebiliriz:
Hadis kaynaklarına göre; sözlerinin bazı sahabelerce yazıldığınıöğrenince “Kim benden Kur’an dışında bir şey yazmışsa imha etsin.”(Müslim, Hanbel, Tirmzi)talimatın ı veren de O’dur, öte yandan “Sözlerinizi yazmam engellenmek isteniyor” diyen sahabiye “Yaz. Bu ağızdan Hak’tan başka bir şey çıkmaz.”(Ebu Davud, Tirmizi) diyen de O’dur.
Şu çelşkiler içinde kalmak zorunda değil Müslümanlar! Hadisleri anlamayı bir ‘bilim disiplini’ haline getirsek, metodolojik bir yaklaşım geliştirsek, üstünkörü ‘hadis yazımı ilk zamanlar yasaktı, sonradan izin verildi’ kolaycılığına kaçmasak, ne iyi olacak!
KUR’AN’I KORUMAKLA HATIRAYI AKTARMAK ARASINDA…
Dahası, Hz. Ebubekir’in hadis yazımını yasakladığı ve yazılanları bulup yaktırdığı bilinmektedir(Zehebi). Öte yandan kendisinin de 500 hadis yazdığı, sonradan imha ettiği aktarılır(Zehebi).
Aynı tutumu Hz. Ömer’in valilere “Hadis yazılmasına izin vermeyin”şeklinde talimat yazarak sürdürdüğü, Şam’a geldiğinde bulduğu hadis sayfalarını elleriyle parçaladığı, hadis yazımını suç kabul ettiği “Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın kitabına hiçbir libas giydirmeyeceğim” dediği bilinmektedir (İbn Abdilberr). Öte yandan kendisinin de hadisleri yazmaya başladıktan bir müddet sonra vaz geçtiği belirtilir(Hâtib el Bağdadî).
Hz. Osman, bütün yumuşaklığına rağmen Ebu Hureyre’yi çok hadis naklettiği için sürgüne göndermekle tehdit ederek susturmuştu(Tahzıru’l Havas).
KUR’AN VE HADİS ARASINDA TERCİH NET!
Hz. Ali aynı katı tutumu devam ettirmiş, bunu ‘helak sebebi’ olarak yorumlamıştı(İbni Hanbel, İbn Abdulberr). Diğer yandan Hz. Ali’nin “diyet, esirleri serbest bırakma” gibi konuların yazılı olduğu bir hadis sayfasını muhafaza ettiği bilinmektedir(Tarık Bin Şihab).
Hz. Aişe’nin; Ebu Hureyre, İbn-i Ömer ve Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bazı hadisleri yalanlaması, bu uğurdaki gayretli mücadelesi, ‘Peygamberin böyle sözlerinin olmadığını ve olamayacağını’ açıkladığı bazı hadisler ise halen ‘sahih ve sünen’ hadis kitaplarımızda duruyor. Öte yandan Hz. Aişe’den rivayet edilen hadisler de mevcut.
Bir hadis ravisi olan İbn-i Mes’ud gibi sahabilerden bazılarının, kendilerini dünyanın neresinde yazılı hadis varsa gidip bularak onları yok etmeye adadıkları bilinen bir gerçektir(Ebu Reyye).
Hz. Peygamberin ve bu en yakın yoldaşlarının hadisler konusundaki tutumu açıktır, ihtilafsızdır: Kur’an’ı koruma düşüncesi en önde, Peygamber hatıralarını aktarma ukdesi içlerinde. Onlar, ukdelerini yenmiş, Kur’an’ı önde tutmuşlardır.
Sonraki asırlarda ortaya çıkan İmam Malik öncülüğünde doğan ve Hicaz bölgesinde yoğunlaşan Ehl-i hadis akımı ile Ebu Hanife öncülüğünde doğan ve Irak merkezli gelişen Ehl-i rey(içtihat) akımları da üzerinde durulması gereken, bugünün hareketlerinin temelini oluşturan gelişmelerdir.
KUR’AN’DAKİ HADİSLER
Öte yandan pek fark edilmeyen bir hususa dikkat çekmek isteriz. Aslında kitap hacminde Peygamberimizin sözlerine yer veren, en güvenilir hadis kitabı da Kur’an-ı Kerim’dir.
Hz. Muhammed’in(SAV) Kur’an’da korunan hadislerini ulaşabildiğimiz kadar sıralasak, karşımıza hacimli bir metin çıkıyor:
2. Sure : (80, 91, 93, 94, 97, 111, 120, 135, 139, 140, 142, 189, 215, 217, 219, 220, 222, ) 3. Sure (12, 15, 20, 26, 27, 29, 31, 32, 61, 64, 73, 79, 84, 93, 95, 98, 99, 119, 124, 154, 165, 168, 183, ) 4. Sure (77, 78, 127, 176, ) 5. Sure (4, 17, 18, 59, 60, 68, 76, 77, 100, ) 6. Sure (11, 12, 14, 15, 19, 37, 40, 41, 46, 47, 50, 54, 56, 57, 58, 63, 64, 65, 66, 71, 90, 91, 104, 109, 114, 135, 143, 144, 145, 147, 148, 149, 150, 151, 152, 153, 158, 161, 162, 163, 164, ) 7. Sure (28, 29, 32, 33, 158, 187, 188, 195, 196, 203, ) 8. Sure (1, 38, 70, ) 9. Sure (24, 40, 51, 52, 53, 61, 64, 65, 81, 83, 92, 94, 105, 129, ) 10. Sure (15, 16, 18, 20, 21, 31, 34, 35, 38, 41, 49, 50, 53, 58, 59, 69, 101, 102, 104, 108, ) 11. Sure (2, 3, 7, 13, 35, 121, 122, ) 12. Sure (108) 13. Sure (16, 27, 30, 33, 36, 43, ) 14. Sure (30, 31, ) 15. Sure (89, ) 16. Sure (102) 17. Sure (42, 50, 51, 53, 56, 80, 81, 84, 85, 88, 93, 95, 96, 100, 107, 110, 111) , 18. Sure (22, 24, 26, 29, 83, 103, 109, 110, ) 19. Sure (36, 75, ) 20. Sure (105, 114, 135, ) 21. Sure (4, 24, 42, 45, 108, 109, 110, 111, 112, ) 22. Sure (49, 68, 72, ) 23. Sure (84, 85, 86, 87, 88, 89, 93, 94, 97, 98, 118, ) 24. Sure (53, 54, ) 25. Sure (6, 15, 30, 57, 77, ) 26. Sure (216, ) 27. Sure (59, 64, 65, 69, 72, 91, 92, 93, ) 28. Sure (49, 71, 72, 85, ) 29. Sure (20, 50, 52, 61, 63, ) 30. Sure (42, ) 31. Sure (25, ) 32. Sure (11, 29, ) 33. Sure (16, 17, 28, 29, 37, 63, ) 34. Sure (3, 22, 24, 25, 26, 27, 30, 36, 39, 46, 47, 48, 49, 50, ) 35. Sure (40, ) 36. Sure (79, ) 37. Sure (18, ) 38. Sure (65, 66, 67, 68, 69, 70, 86, ) 39. Sure (8, 9, 11, 12, 13, 14, 15, 38, 39, 40, 43, 44, 46, 64, ) 40. Sure (66, ) 41. Sure (6, 7, 9, 13, 44, 52, ) 42. Sure (10, 15, 23, ) 43. Sure (61, 81, 88, 89, ) 45. Sure (14, 26, ) 46. Sure (4, 8, 9, 10, ) 48. Sure (11, 15, 16, ) 49. Sure (14, 16, 17, ) 51. Sure (50, 51, ) 52. Sure (31, ) 56. Sure (49, ) 61. Sure (10, 11, 12, ) 62. Sure (6, 8, 11, ) 64. Sure (7) 66. Sure (3) 67. Sure (23, 24, 26, 28, 29, 30, ) 72. Sure (1, 20, 21, 22, 23, 25, 26, 27, ) 109. Sure (1, 2, 3, 4, 5, 6, ) 112. Sure (1, 2, 3, 4, ) 113. Sure (1, 2, 3, 4, 5, ) 114. Sure (1, 2, 3, 4, 5, 6, ) …
Bu ayetlerle rivayet edilen hadisleri seçip kullanan var mıdır acaba?
Bu kadar sözü ‘ayet’ halinde aktarılan elçi, Müslümanın gündeminden çıkartılabilir mi hiç?
SÜNNİLERİN VE ŞİİLERİN HADİSÇİLERİ
İşte vahye tereddütsüz sadakat demek olan peygamber sünnetinin bu katıksız takipçileri dört halifeden de yüzelli yıl kadar sonra bugün elimize gelen ilk hadisler toplanmaya başlar. Yani ‘peygamberimizi göreni, göreni görenler’ bile ölmüştür artık. Meşhur altı hadis kitabının (kütübü sitte) yazarlarından Buhari hicri 256’da, Müslim 261’de, Tirmizi 279’da, Ebu Davud 275’de, Nesai 303 yılında, İbni Mace 273’de vefat etmişlerdir.
Şiilerin hadis kitapları ise farklıdır ve Sünniler ve Şiiler birbirlerinin hadis kitaplarını geçerli kabul etmezler. Şiilerin hadis kitaplarının oluşumu daha da ileri tarihlere denk gelecektir. Meşhur Şii hadisçilerinden Kafi Hicri 329’da, Babeveyh 381’de, Muhammed Hasan Tusi 460’da vefat etmiştir.
Tekrar etmeliyiz ki, hadis toplayıcılarının hadislerin doğruluğunu yanlışlığını belirleme metodu yoktu. Çoğu altı halka olan ve adı geçen ilk üç halkadaki raviler vefat etmişken; rivayet halkaları sayılınca güvenip, o hadisi alıyorlardı. Haliyle, daha ilk dönemdeyken bile Hz. Aişe’nin sayısız tekziplerine konu olacak kadar yanlış aktarım olabilecek rivayetlerin, asgari iki asır sonra tamamen sağlıklı olması ihtimali düşünülemezdi bile.
HADİS: KUR’AN’A UYUN
Hadisleri, sünnetin bir parçası olduğundan topyekün inkar mümkün olamayacağına göre Hadis İlmi’nin ‘Anlama Disiplini’ getirmesi hayati çağrısını yinelerken, bu oluşuncaya kadar tek çıkar yol kaldığını söylemek zorundayız: Kur’an’a uygunluğu nispetinde hadisleri değerlendirmek.
Zaten bir hadis rivayeti de “Benim sözlerimi Allah’ın kitabının ölçülerine vurunuz. Şayet uygun düşerse o bendendir ve ben onu söylemişimdir.”(Câmus Sağîr) şeklindedir.
ALLAH’IN VAADİYERİNE GELDİ
Fakat, ne olursa olsun Allah’ın vaadi yerine gelmişti: “Şüphesiz Kur’an’ı biz indirdik, biz! Onu koruyacak olan da biziz!” (15/9) demişti Allah. Peygamber ve onun sünnetini takip eden halifeler tarafından hadislerin Kur’an’a karışması engellenmiş, bu süre zarfında kitap da yazılıp toplanmıştı. Artık, 150 yıl sonra toplanan sözler ayetlere karışamazdı. Eğer ayetlerin önüne çıkarsa da, kaynak korunduğu için er veya geç yanlışlıkları düzeltmek mümkün olacaktı. Şimdi yapmaya çalıştığımız gibi.
Kesin doğru ve Allah kelamı olan Kur’an’ı bırakıp doğruluğu şüpheli olan kulun kelamını izlemek isteyenler de kendi hesaplarını elbette ‘Kitab’ın sahibine’ kendileri vereceklerdir.
Peki, Kur’an’ı nasıl anlayacağız? Neye göre açıklayacağız?
BU KİTAPTAN SORULACAKSINIZ
Kur’an’a uzak bir toplum olduğumuzdan, anlaması zor bir kitap gibi gelebilir. Aslında Kur’an, açıklanmaya ihtiyacı olan bir kitap değildir. Okuyucunun iman, akıl ve ilim derecesine göre Kur’an’dan her şeyi bulup anlamak mümkün olduğunun sayısız misali vardır. Zira Yüce Allah der ki, “her şey bu açıklanmış kitapta mevcuttur.”(6/59) Üstelik kitap “…Açıklanmış olarak inmiştir.” (6/114) Ve “…Herşeyin açıklayıcısı…”dır.(16/89)
Bir sınava alınacağınız ders kitabı düşünün. Kitaba çalıştınız ve dersin sınavına girdiniz. Hocanın sorularına, onun anlattığı, kitapta yazan cevapları değil, bilgiç bilgiç kendi cevaplarınızı anlatıyorsunuz. Hoca, sınıfta bırakır da, üstüne de bir şeyler söyler değil mi? Kur’an’da da Rabbimiz ”Bu kitaptan sorulacaksınız”(43/44) dedikten sonra adeta din adına ahkam kesen türlü türlü vaazlarımızı yüzümüze çarparcasına “Siz Allah’a dininizi mi öğretmeye kalkışıyorsunuz?”(49/16) demektedir.
YORUM SORUMLULUĞU
Tek tek ayetleri neden kendisinin açıkladığını da Allah kitabında kendisi söylüyor: “Başkasına kulluk etmeyesiniz diye kitabıönce korunmuş kıldık sonra da tek tek ayetleri açıkladık.”(11/1) Demek ki yorum sorumluluğu, kendisine kulluk edilen varlığı tanımlamaya etki ettiğinden büyüktür. Onu açıklama işi de başkasına, bir insana bırakılacak iş değildir. Çok önemlidir. O nedenle Kur’an’da Allah açıklamasını da kendisi yapmıştır kitabının. Okuyucuya sadece anlama çabası kalmıştır. Onca tefsirin bir tek gayesi olmalıdır: Anlama çabası.
Fakat Kur’an’da sarsıcı bir ayet vardır. Kıyamet günü Peygamberimiz Rabbimize dönerek diyecektir ki: “Rabbim gerçekten benim toplumum, bu Kur’an’ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar.” (25/30) Hazır, ‘hap’ gibi sunulmuş metni bile ‘anlayamadık.’ Gerçekten Peygamber diliyle insanoğluna diyor ki: “…Ben size benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.”(46/23) Cahillerden olmak ne kötü!
SÜNNET DE KUR’AN’A UYMAKTIR
İlginçtir, Peygamberimiz Kur’an ayetleri ile dile getirilen sözlerinde diyor ki: “Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.” (6/50), ve “Sizi sadece vahiy ile uyarıyorum.” (21/45) Yani, Allah’ın elçisi “kendimden bir yorum bile yok!” diyor adeta. Bu yönünü iyi kavramamızı sağladıktan sonra son Resul’ü “sizin için güzel bir örnek”(23/21) diyerek önümüze koyuyor Yüce Rabbimiz. Yani, adeta bize, ‘O’nun sünnetine, sadece Kur’an’ı esas alan uygulamasına bak ve onu örnek al’ demiş oluyor. Biz ise elimizdeki bir kısmı sorunlu olan hadis bilgisini sünnet diye hayatımıza geçirmeyi ‘O’nu örnek almak’ sanıp, ana uğraş ediniyoruz. Bugün sünnet dediğimiz şey, ‘Kur’an’ı yaşamak’ demek olan sünnete ne kadar uzak!
KUR’AN’IN ÇAĞRISI: DENGELİ BİRLİKTELİK
Şimdi, yazının başında ortaya attığımız soruna dönersek: İhtilaflarımızı Allah’a ve Resulü’ne götüreceğiz. Kur’an’ıöncelerken, sahih sünneti ötelemeyeceğiz. Yani; dört ana kola ayrılan yolların dördünden de ifratları ve tefritleri sıyırıp; ahlakı da, maneviyatı da, toplumsal düzeni de, aklı da dengeli ve gerekli biçimde ‘birlikte’ ele almayıöneren Allah’ın yoluna sığınacağız. ‘Kendimizdeki parça’nın kavgasına değil, dinin bütününe sahip çıkma kaygısına düşeceğiz.
Doğrusu, kavramlaştırılırken bile ‘sünnet’i dışladığı izlenimi veren ‘Kur’an Müslümanlığı’ diye anılan ekolün İslam’ın kabul edilen temel hükümlerini bile yer yer yok sayacak yaklaşımlar sergileyen sözcülerinin yerini, biraz daha dengeli yaklaşımları yakalayabilen temsilcilerin alması umut vericidir. Son söz olarak; darısı, diğer ekollerin de başına, diyelim. Daha makul ve mutedil, daha vasat çizgilerle Müslümanlığımız güzelleşecektir.
Bir yanıt yazın