GELİBOLU 1915
“GÜL-GELİNCİK”
İnsanlık tarihinin en büyük devletlerinden birisiydi Osmanlı Devleti… Türklerin uluçınar dediği, üç kıta yedi denizi gölgesine alan bu devleti büyük kılan; sınırları ve silahları değildi.
Şu Balkan atasözü her şeyi özetler: “Türk atları Vistül nehrinde sulandıkça Lehler güvendedir!”
Fatih Sultan Mehmet gibi güçlü bir padişahını bile, bir Hıristiyan vatandaşın şikayeti üzerine mahkemede eşit şartlarda yargılayıp, padişahı mahkum edebilecek düzeyde hukukun üstün olduğu bir yönetimden ötürü büyüktü.
Müslüman Türkler İstanbul’u 29 Mayıs 1453’te fethettiği gün Hıristiyan halka canlarına ve mallarına dokunulmayacağı ve inanç, düşünce ve ibadetlerinde tamamen serbest olduklarını duyurdu. Oysa Bizans halkı kendi dindaşları tarafından daha yakın zamanda malları yağmalanmış, katliama uğramıştı. “Kardinal külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim” diyerek adaleti tercih eden onlardı.
Yeşil çevreye verilen zararı cezalandıran, hayvanların haklarını korumaya alan bir anlayış nedeniyle yüceydi Osmanlı Devleti.
İmparatorluğu bir uçtan bir uca; hanlarda yatarak ve yemek yiyerek, hamamlarda temizlenerek ücretsiz ve vergisiz gezebileceğiniz bir seyahat özgürlüğüydü Osmanlıyı büyük kılan.
Manisa-İzmir yöresinde ayaklanan Hıristiyan halka, silahsız oldukları için dokunmayacak kadar insan haklarına saygılı bir anlayıştı Osmanlı’yı sevdiren.
Mal kalitesinde yeryüzünde emsalsiz bir seviyeyi yakalamış meslek denetim ve ahlakı onları ileri kılmıştı.
Sokakta, açıkta duran sadaka taşlarına bırakılan altınları alacak insanın bulunmayacağı kadar adil bir gelir dağılımı; karnı tok olduğu kadar gözü-gönlü de tok bir toplumdu Osmanlı’nın gücü…
Okullarda kopyacılık yayıldığında hazırlanan rapor anlamlıdır: “Devlet yıkılmaya başlamıştır!.”
O kopyacılar büyüdü; Batının saraylarını kopyaladı. Fikirlerini kopyaladı. Geliştirmeden, kendilerine uyarlamadan tekrarladı… Ve nihayet politikalarını kopyaladı…
Siyasetlerini de dış güçlerden almaya başlayanlar ya İngiliz, ya Alman taraftarıydı artık İstanbul’da…
Artık İstanbul kendisi plan yapan değil yapılan planları yaşayan ufuksuzlara kalmıştı…
Petrol, bir gün dünya ekonomisinin can damarlarında dolaşan kan gibi değerli olduğunda, bu petrol yataklarına sahip Osmanlı toprakları da hedef olmuştu.
Birinci Dünya Savaşı’nın mimarı İngiltere Milli Savunma Bakanı Churchill; “Bir damla petrol, bir damla kandan değerlidir” diyordu. 1914’te Tüm dünyadaki Britanya bağlı devletlerinden toplanıp gelmiş 450 bin askerin kanı ne için akacaktı?
Ya, karşılarında yedi cephede elli yıldır tükenen evlatlarının ardından, 14-16 yaşlarında çocuklarını bile cephelere gönüllü gönderen Türk milletinin komutanı ne diyordu? Mustafa Kemal diyordu ki; “Kaçınılmaz olmadıkça savaş bir cinayettir.”
İşte boğazına sarılmışlardı. Savaş kaçınılmazdı. Vatanını savunmak onuru onların kaderi olmuştu.
İngiltere, Fransa, İtalya, Cezayir, Hindistan, Yeni Zelanda, Avustralya, Kanada, Yahudi Sion Katırcı Birlikleri… Adeta bütün dünya karşısında, yoksul ve yorgun Türkler…
Hasta Adam’ın karşısına Dünyanın dibinden çıkıp gelen askerler. ANZAK askerleri…
Kendi savaşını verenler cesurdur. Fakat kendisinin savaşı olmasa da inandığı değerler için gidip canını verebilenler hem cesur, hem onurludurlar.
***
1919 yılında Mısır’da bir esir kampı… Türk esirler ip gibi dizilmiştir. Mısırın sıcakları Anadolu’nun yayla çocuklarını kavurmaktadır. Esaret iki mislidir.
Uzaktan bir İngiliz subay gözükür. Topallayarak, aksak bir yürüyüşle ve ağır ağır ilerleyerek gelmektedir. İngiliz subay, esir Türk askerlerin orta yerinde karşılarına dikilir.
Çatık kaşları ve ciddi duruşuyla oldukça ürkütücüdür. Askerleri tek tek süzer kısık gözleriyle. Neden sonra bir soru yöneltir:
“27. Alay’dan kim var?”
Bigalı Ali vardır. Meraklanır. Heyecanlanır. Niçin sormaktadır bu aksak subay? Bir kötülük mü düşünmektedir? Ama gizlemenin anlamı yoktur:
“Ben varım!” der.
Subay, Bigalı Ali(Demirel)nin yanına topallayarak yaklaşır. Şaşkın bakışlar içinde gözünden, elinden öper, öper… Ağlayarak.
Ve bir şey konuşmadan, yine aksayan adımlarla uzaklaşır, gider.(4)
Ne olmuştu orada? Çanakkale’de ne olmuştu. Türk esirler Bigalı Ali’nin etrafını sarmıştı.
“Bu İngiliz subay seni niçin onurlandırdı? Bu düşmanımız ne oldu da ağlayarak seni öptü?”
Bigalı Ali de duygulanmıştı. Gözlerinde toplanan dikkatler, gözbebeklerinde şerit gibi akan kanlı hatıraların içinde kayboluverdi. Bigalı Ali ağır ağır konuşmaya başladı…
“Çanakkale’de ne mi oldu? Türkler orada yeniden doğdu. Avustralya, Yeni Zelanda, Hindistan orada doğdu. Orada toprağa ekilen canların pahalı dersi, insanlığı büyüttü. Tarih şahittir; birbirimizin öğretmeniydik.”
“Anlatsana Çanakkale’yi, kim ne yaşadı? Biz hala anlayamadık.”
“Anlatayım… Dünya’nın dibinden başlayayım…
Bir İngiliz gemisi uçsuz bucaksız denizin maviliklerini yararak ilerliyordu. Uzun bir yolculuğa çıkmışlardı. Eğlenenler, müzik eşliğinde dans edenler ve sakin denizi derin gözlerle izleyenler bir aradaydı. Yeni Zelanda ve Avustralya halkından toplanan binlerce asker Önce Kahire’ye uğrayacaktı. Oradan adalarda verilecek molalarla Çanakkale Boğazına… Türklerin karşısına…
Geminin kıç tarafında bir grup Anzac askeri aralarında sohbete dalmıştır:
“Johnny, gazete ne yazıyor bak: “Türkler Hıristiyan Rumları toptan öldürüyor!” Kardeşlerimize nasıl acımadan kıyıyorlar!”(1)
“Bunun için yola çıktık dostum. Savaş esirlerini toptan öldürüyorlar. Bunlar barbarlar!”
Üçüncü bir asker söze girer:
“Haklısın Charles, Churchill boşa konuşmuyor: ‘Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir’ derken! İnsan olmayanları temizlemek için gidiyoruz! Değil mi Alexandre?”
“Arkadaşım ben bunun için katılmadım savaşa.”
“Ya ne için?”
“Bir anlık gaflet sonucunda buradayım!”(2)
Gülüşmeler havaya savrulup giderken Alexandr, David’e bir eli ile vurdu;
“Sen ne için buradasın David?”
“Karımın savaşa gidecek durumu yoktu, ben geldim!”
Kahkahalar büyürken Johnny yeniden söze katıldı:
“Yahu ayıp olur diye söyleyemiyordum: Ben de Fragların(Fransızların) gerçekten kurbağa yediklerinden emin olmak istediğim için gidiyorum.”
Beş arkadaş neşeli sohbetini sürdürürken ön güvertede farklı bir hava vardır:
“Adam, daha yolculuğun başında karımı ve çocuğumu özledim.”
“Dünyanın dibinde ne kadar mutluyduk değil mi? Bu macera bize göre değil galiba!”
“İyi de komşunun oğlu bile giderken biz nasıl kalabilirdik? Boşveer, en azından Avrupa görürüz, farklı bir yaşam tanırız. Buralara başka türlü gelemezdik.”
“Üstelik kralın askerleriyiz. Kutsal bir amaçla gidiyoruz. Vahşi Türkleri temizleyeceğiz!”
“Her türlü kazançlıyız dostum. Sıkma canını.”
“Bir yandan da savaşa gidiyoruz ama. Ölüm de var!”
“Dostum, komutanı dinledin Türkleri tek kolumuzla bile yeneriz! İşleri bitmiş, şansları yok!”(3)
“Abdul, tepeleyivereceğimiz bir zavallı, bir çerez!”
İşte bu duygular içinde Mısır’a geldiler. Ardından Limni’ye… Ve Anzac birlikleri burada beklerken, Çanakkale’de deniz savaşları Müttefik kuvvetler için iyi gitmemişti.
Türk tarafında tabyaların mucize gibi başarıları göğüsleri kabartıyordu.
Deniz harekatı karşısında Türk tabyalarının haberleri geliyordu: “Teğmen Mevsuf ve Hasan Hulusi Dardanos Tabyasıyla imha olmuş… Ama onlar düşmeden Inflexable zırhlısını batırmış…”
“Nusret’in döşediği mayınlar deli etmiş İngiliz zırhlılarını boğazda dökülmüşler…
Dalga dalga gelmeye devam etmişler… Dile kolay 450 parça gemi… Gene de şahlanarak geçiyorlarmış… Bütün tabyalar vurulmuş… Ancak Mesudiye zırhlısının toplarını Baykuştepeye koyup sürpriz yapmış Türkler; Bouvet zırhlısı da böyle gömülmüş sulara…”
“Biter mi gemiler? Arkadan zırhlılar gelmeye devam ediyor. Hem de Türk topları onların gövdeyi dövse de batıramaz. Tabyalar düşmüş… Ama Havranlı Seyit diye bir Koçyiğit Allah deyip sırtlamış 250 kiloluk mermiyi, topun ağzına verip, dümeninden vurmuş Ocean’ı!.. Zırhlı fır dönerek gömülmüş sulara…
Artık gemilerin batığından geçecek yer kalmamıştır Boğazda. İşte ondan sonra sıra gelmiştir kara harekatına. Sıra, Anzac gönüllülere gelmiştir.
Aralık 1914’te Anzak birlikleri tüm müttefik kuvvetler gibi Gelibolu Yarımadası önlerine gelmiştir.
Fransız gemileri ve İngiliz gemileri birbirlerinin yanından geçerken nazikçe selamlaşıyordu. Bandolar heyecan vermek üzere marş çalarken, birbirlerine moral pankartları açıyorlardı.
“Önce İstanbul’a, sonra hareme hücum!”(5)
Ve tüm gemilerde Müttefik Donanma Komutanı Ian Hamilton imzalı bir hitabe asılıdır:
“Kral’ın askerleri!
Modern savaşların benzerini görmediği, büyük ve tehlikeli bir macera bizi beklemektedir!.
…
Bizlere sunulan bu büyük kahramanlığa layık olduğumuzu tüm dünyaya gösterelim.”(6)
25 Nisan 1915… sabah saat 3.30’da çıkarma başlamıştır. Müttefik kuvvetler o gün 5 noktaya birden çıktılar. Fakat en şiddetli çatışmalar Arıburnu sırtlarında yaşanır.
Sahile çıktıklarında kendilerini şiddetli bir ateş karşılamıştır. Askerler arasında ani bir panik yaşanır. Tahmin ettikleri yer değildir geldikleri yer. Kabatepe’ye çıkartma yapacakken akıntı Arıburnu’na sürüklemiş, uygunsuz bir noktaya çıkmışlardı.
Adeta av olunacak bir noktaya çıkmışlardı. Müthiş bir ateşin altında kalmışlardı.
“Johnny, hani bombardımanla Abdül kalmamıştı hiç. Bunlar da ne?”
“Yat dostum, makineli tüfekler durmuyor. Bu savaş ne felaketmiş!”
“Ben ilk defa bir ölü görüyorum biliyor musun!”
“Tarih böyle bir bombardıman görmedi diyordu komutan Birdwood, Türk kalmamış olmalıydı bu sırtlarda!”
“Gebert şu alçak Abdülü. Ateş edin, kahredin arkadaşlar!”
Anzak birlikleri harekete geçmiş, zor şartlara rağmen sahilden sonra tepeleri de tutmaya başlamıştı. Fakat Türklerin direnişi müthişti. Adeta ölüm kusuyorlardı. Ne kadar öldürseler de gebe dağlar Türk doğuruyordu.
Bir de nişancıları vardı… Keskin nişancıları, gizlendikleri yerden; kovuktan, ağaçtan, siperden ateş ediyor; günün her saatinde her an boş bulunan bir askeri vuruyordu. Bir anlık gaflet bile pahalıya mal oluyordu.
Yine de 5 Anzac taburunun ilerlemesi durmuyordu. Conkbayırı tepeleri hemen hemen tutulmak üzereydi. Yavaş da olsa yılmadan ilerliyordu Anzaklar. Karşılarında 27. Alay var gücüyle direniyordu.
Türk ordularına komuta eden Alman general Liman Von Sanders, Türk subaylarla anlaşamıyordu. Liman Paşa, ‘karanın içlerinde karşılayalım Müttefik kuvvetleri’ derken Türk subaylar itiraz ediyordu: “Bu savaşı uzatır ve çok kan akar. Sahilde engelleyelim.”
Liman Paşa çok kan akmasını tercih etmişti. Ne de olsa akacak kan Türk kanıydı. Gönüllü cepheye gelen Türklerin kanı…
Türk tarafında durum daha farklıydı. Anzac birlikleri oyalanmaya çalışılırken geriden sabah saat 8’de hareket eden bir birlik öğle sularında yetişmişti. Conkbayırı düşerse Müttefik kuvvetleri durdurmak çok zor olacaktı. Türkler tam ümidini yitirmek üzereydi…
Saat 10.00 sularıydı. Gelibolu sırtlarında bir tepeyi beyaz bir örtü kapladı. Mustafa Kemal’in emriyle Albay Hüseyin Avni Bey komutasındaki birlik 27. Alaya yardıma gelmişti. Hüseyin Avni Bey, birazdan 8 bin kişilik kuvvete karşı hücuma geçecek askerlerine seslendi: “Birazdan hepimiz Allah’a kavuşacağız. O’na temiz ulaşalım. Çamaşırlarımızı değiştirelim.” Kocaçimentepe’nin Conkbayırı’na bakan yüzündeki o çalıların üzerindeki beyazlıklar; 57. Alay’ın beyaz iç çamaşırlarıydı. Ölüme hazırlanışlarıydı…
15 dk.lık keşiften sonra 57. Alay’a döndü Mustafa Kemal. 27. Alay’ın tükenmek üzere olduğunu anlamıştı. Durumun farkındaydı.
“Askerlerim, dedi, size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum! … Göstereceğiniz kahramanlıkla hem durumu hem vatanı kurtaracaksınız! Allah bizimledir!”
Allah Allah sesi göğü yararak bir tufan gibi akar 57. Alay. Bu, şehadet hücumudur. Süngü süngüye kanlı bir boğazlaşma vardır şimdi. Şimdi Dünyanın iki ucundan askerler birbirini süngülemektedir. 1. Avustralya Tümeni, 57. Alayla karşı karşıyadır.
General William Birdwood, durumu oldukça zor görüyordu. 57. Alayın saldırısı karşısında tutunamıyorlardı.
Birdwood, Hamilton’a mesaj gönderdi:
“Türkler çılgınca saldırıyor. Askerlerimi gemiye al! Çok kayıp vereceğiz!”
İngiliz General Hamilton “Tahliye uzun sürer” diyerek reddetti.
Akacak kan İngiliz kanı değildi, Anzak kanıydı. Gönüllü gelen Anzaklar.
Ve Conkbayırı’ndan İngiliz komutasındaki Anzac birlikleri yeniden sökülmeye başlanmıştı. Geri çekilmişlerdi.
Bu çözülme sadece Anzaklarda mıydı?
Mustafa kemal geri dönen askerlerin önüne çıkar, atıyla..
“Nereye gidiyorsunuz?!” diye seslenir. Askerler durarak:
“Efendim, düşman…”
“Düşmandan kaçılmaz!” diye haykırır Mustafa kemal.
“Fakat efendim cephanemiz bitti!”
“Cephaneniz yoksa süngünüz var ya!”
“Süngü tak, hücuuum!”
Bütün askerler artık süngü hücumuna geçmiş dalga dalga iniyordu 261 rakımlı tepeden.
O gün 57. Alay’dan komutan ve sancaktar dahil tek bir asker bile sağ kalmadı. Sancaktar, sancağını bir zeytin ağacına yaslayarak şehit düşmüş, sancağı düşürmemişti.
27. Alay’dan ise sadece 18 kişi kalmıştı…
Birisi de, ben, Bigalı Ali…
Türkler sürekli asker yığıyor, İngilizler sürekli asker çıkartıyordu. Her gün, Allah’ın her günü bin kişi Türk tarafından, bin kişi müttefik kuvvetlerden ölüyordu. Bir can pazarı kurulmuştu. Günler günleri kovalıyordu. Türkler vatanlarından vazgeçmiyordu.
Siperler arasında çatışma sert bir seviyededir. Mermiler kuş uçurtmamakta, namlular kızıl dereceye varmaktadır. İki siper arasına bir İngiliz subay vurularak düşer.
İngiliz ve Anzak askerler subayları yaralı olduğu halde cesaret edemiyorlardı.
“James, komutanı alsana sipere, bak Türkler ateş kesti.”
“Ben alamam, ya ateş açarlarsa!…”
Bu sırada Türk siperlerinden Mehmetçiklerden birisi koştuğu gibi İngiliz subayı alır ve kucağında taşıyıp İngiliz siperlerine bırakıp döner.
Herkes şaşkınlık içindedir. Bu ne cesarettir! Bu ne yardımseverlik.
Az sonra yeniden çatışma başlamıştır. Bir müddet sonra ise yine süngü süngüye bir savaş olur.
Türk tarafında eriyen kuvvetler dağınıktır. Cephe korunacak gibi değildir. Mustafa Kemal’e telefon açtıran Liman Paşa fikrini sormaktadır:
“Ne tedbir düşünüyorsunuz?”
“Bütün kuvvetlerin tek bir komutada toplanması lazımdır. O komutan benim sayın general!” kararlı cevabını alır.
Mustafa Kemal’den aldığı komutanlığı yeniden vermiştir ertesi gün, Liman Paşa. Mustafa Kemal Anafartalar Grup Komutanı olmuştur. İki gün içerisinde gerekli tedbirleri almak zorundadır. Çünkü İngilizler de ciddi hazırlık içindedir.
10 Ağustos’da en kanlı kapışma vardır. 20 bin kişilik kuvvet karşısında Mustafa Kemal, saldırı gücü yok sanılan Türk birliklerini taarruza geçirir. Çılgınca verilen bu kararla süngü süngüye savaşa subaylar dahi katılmış, komutanlar boğaz boğaza kapışmaktadır.
O gün bir şarapnel parçası sıçrayarak Mustafa kemal’in tam kalbine gelir. Ancak göğsünde duran saate isabet ederek saati parçalar, kendisine bir zarar gelmez.
Çatışma sırasında bir Anzak askeri ayağı takılarak sırtüstü düşer, tüfeği de elinden fırlamıştır. Bir an gözgöze gelirler Mehmetçikle.
Mehmetçik, vurmaz. Bırakır onu ve diğer bir askere yönelir. Anzak askeri şaşkındır.
Ve geçen günler, Türkleri daha bir yakından tanımasını sağlamaktadır Anzakların. İnsan cesetlerinin ağır kokusuna bir de bitlenme eklenmişti.
Avustralya gazeteleri Anzakların anılarından yazmaktadır. 29 Haziran 1915’te Argus gazetesi Anzak askerlerin eline ve Avustralya’ya ulaşmıştır: “Türklerin esirlere ve yaralılara kötü davrandığının tek bir örneği bile yok! Bu oyunu dürüst oynuyorlar. ”(7)
“David, biliyor musun çok şaşkınım. Abdül Yeni Zelandalı Çavuş Franc Aicken’i vurmuyor.”
“Nerden çıkartıyorsun, Johnny?”
“Kendisiyle konuştum. Beni yaşça küçük gördükleri için vurmadıklarına inanıyorum, diyor. Atla posta taşıyor ve bak, görüyorsun Abdül vurmuyor, uyarı atışı yapıyor sadece.”(8)
“İnanamıyorum Türkler de mert, insancıl!”
“Bu iyi geldi. Kendimi kurban edilmeden önce Limni’de besiye çekilmiş koyunlar gibi görüyordum.”(9)
“Bir dakika Johnny, şu tepede gördüklerimi görüyor musun?”
“Evet Alexandre, bunlar bizimkiler değil mi?”
“Komutana haber ver!”
Az sonra yüzbaşı gelmiştir.
“Durun ! Bu tuzak olabilir. Türkler bizim kıyafetimizi giymiştir. Durdurun şunları!”
“Ama komutanım, bunlar arkadaşlarımız. Tanıyoruz. Baksana yaraları da sarılmış.”
“Evet, gidin alın, tamam.”
Tam 12 asker Türkler tarafından yaralıyken alınmış, bakılmış ve iyi hale gelince de siperlerine doğru yollanmıştır. Az sonra siperde kucaklaşırken konuşmaktadır yaralı askerler:
“Türkler çok iyiler. Bize kendi yaralıları gibi baktı Kızılay görevlileri. Sadece Almanlar görmesin dediler. Bir arkadaşımızı da yarın bırakacaklar, biraz iyileşince.”
“Yahu bu Abdül vahşi, şerefsiz Abdül değil ya!”(10)
“Arkadaşlar, orada öğrendim; İstanbul’daki esirlerimizden hepsi iyiler. Bir tanesi vefat etmiş. Ona da asker olduğu için askeri tören düzenleyerek defnetmişler. Onurunu korumuşlar!”(11)
“Bu inanılmaz! Bizim nefret ettiklerimiz bunlar mı?”
Öte yandan Morto Koyu çıkartmasında Fransızlarla kapışan Mehmetçik, orada da destansı insanlık örnekleri sunuyordu.
Süngü süngüye bir kapışmada Mehmetçik bir Fransız askeriyle karşılıklı süngüleşmiş ve ikisi de yaralanmışlardı. Hava kararınca yaralıları toplamak için Fransızlar ve Türkler anlaşırlar. Fransız generali Guro, bir Türk askerinin kendi yarasının üzerine toprak basıp, yırttığı gömleği ile Fransız askerinin yaralarını sarmakta olduğunu görürd. Komutan sordu Mehmetçiğe; “Niçin böyle yapıyorsun?”
Fransız askerin bir resme baktığını ve ağladığını görmüştür Mehmetçik. Demek ki bir bekleyeni, bir seveni var, diyerek kendisini bırakıp onun yaralarını sarıyordu.(12)
Artık savaş bir dostluk oyununa dönüşmüştü. İngiliz-Anzak siperleri ile Türk siperleri arasında karşılıklı yiyecekler, sigaralar atılıyor, şarkılar söyleniyordu.
İngiliz cephesinde top oynanıyor, Türk tarafında güreş yapılıyor karşılıklı izleniyordu. Birbirlerine mektuplar yazıp atıyorlardı. Alman subaylar geldiği zaman Türkler bir uyarı atışı yapıyor, Anzaklar da buna göre siper alıyor ve karşılıklı silah atışları başlıyordu.
Artık Türklerin dürüst, mert ve insancıl yönü Anzaklar tarafından tanınmıştı. Vatanları için vuruşan bu kahramanlara onlar da saygı duyuyordu.(13)
İriyarı bir Türk askeri, siperleri yanında düşen iki anzak yaralıya yardım için bir anda siperden çıktı. Buna cesaret isterdi. Anzak askerleri ne olacak, diye beklerken asker bu yaralılara su içirdi. Ve tepeden aşağı aşırarak yaralılarını alacakları mesafeye getirdi. Sonra da rahat adımlarla siperine dönmeye başladı. Anzak askerleri şaşkınlığın yerini takdir ve sevinç almış halde çılgınca alkışlıyordu. Selamlayarak kibarca, siperine girip silahını aldı…(14)
Artık Abdül’ün adı değişmişti: ‘Dost düşmanımız’ diyorlardı. Ya da Johnny Turk; yani kendilerinden biri olan Türk.
Artık Anzak birlikleri çekiliyorlardı. Ayrılırlarken yeni Zelandalı General Godley bu insani yakınlaşmayı dile getiren bir mektubu Türk komutanına göndermiştir. Şöyle demektedir Godley:
“Ekselansları, Birliklerimizi Osmanlı ülkesinin bu kısmından çekerken, ordularımızın sekiz aydan bu yana süren mücadelesi boyunca, her iki tarafın da uygar bir savaşın kurallarına titizlik ve dikkatle uyduğunu hatırlamaktan memnuniyet duyuyorum. Bu nedenledir ki Türk topraklarında gömülü askerlerimizin mezarlarına saygı gösterileceğinden eminim…”
Ne uğruna? Niçin bunca genç insan öldü? Bu soru, yıllar geçtikçe büyüdü, büyüdü. Mehmetçiğe hayranlık ve Anzaklarla dostluk da beraber büyüdü.
Türkler asla vatanlarından vazgeçmezler. 27. Alay vatandan da insanlıktan da geçmeyen bir kale gibi durmuştu. Kimbilir belki de ondandır.”
Bigalı Ali’nin gözleri derinlere doğru bakmaktadır. İngiliz komutanla arasında olup biteni düşündü… Bir türlü kızamadığı Anzakları düşündü… Hayat ne garipti.
***
Gelibolu’da savaştıktan sonra ülkesinde Avustralya Genel Valisi olan Lord Casey Türklerle kurulan bu bağı Çanakkale’de çok güzel anlatır 25 Nisan 1940 tarihinde:
“Biz Gelibolu yarımadası’ndan, Türklerle savaşarak, binlerce insanımızı yitirerek, Türk ulusuna ve onun eşsiz vatan sevgisine duyduğumuz büyük hayranlık ve takdirle ayrıldık.
Tüm Avustralyalılar Mehmetçiği kendi evlatları gibi sever, Onun mertliği, vatan ve insan sevgisi, siperlerindeki dayanılmaz heybeti ve cesareti tüm Anzakları hayran bırakan Yurt sevgisi İnsanlığın örnek alacağı büyük özelliklerdir.
Mehmetçiğe minnet ve saygılarımla…”
Ve Çanakkale Kahramanı Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın da komutanı olarak kurduğu yeni Cumhuriyetin büyük önderi olarak; 18 Mart 1934 yılında tarihe ve geleceğe seslenen şu cümlelerle Türk milletinin duygularını dile getirir:
“Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar,
Burada bir dost vatanın toprağındasınız.
Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını savaşa gönderen analar,
Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır.
Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır!”(15)
Mehmetçik ve Anzaklar… Güller ve Gelincikler…
Anadolu’nun ve Okyanus ötesinin çocukları… Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı’nda yan yana yatıyorlar…
1. Argus. Sydney, 25 Kasım 1914,s.7
2. Tunçoku, Mete; Anzakların kaleminden Mehmetçik,Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2000
3. Lord Kitchener’in sözü.
4. Yaşayan Çanakkaleli Muharipler,s.23
5. Alexandre, H.M. p. 145; Tunçoku, Mete; Anzakların kaleminden Mehmetçik’ten naklen.
6. Kuğu’nun Son Ötüşü, Ergun Göze s.
7. Argus, 29 Haziran 1915, Tunçoku, Mete; Anzakların kaleminden Mehmetçik’ten naklen.
8. Queen Elisabeth 2nd War Museum Waiouru Archives. Diaries and TV Interviews 8/1177. Tunçoku, Mete; Anzakların kaleminden Mehmetçik’ten naklen. S.93
9. Pugsley, Cristopher, Gallipoli: The New Zeland Story, Hodder and Stoughton, Auckland,1990, ss.39-31. Tunçoku, Mete; Anzakların kaleminden Mehmetçik’ten naklen.
10. Argus, 10 Ağustos 1915. Tunçoku, Mete; Anzakların kaleminden Mehmetçik’ten naklen. s. 100
11. 28 Ağustos 1915, The Egyptian Gazete, Bir İngilizin Benzeri Olmayan Deneyimi, Harry Field. Tunçoku, Mete; Anzakların kaleminden Mehmetçik’ten naklen. S.102
12. General Guro’nun anlattığı hatırası, 1930. Ergun Göze, Kuğu’nun son şarkısı, Boğaziçi yayınları
13. Otago Times, 1 Kasım 1915, s.7.; The Age, 11 Aralık 1915, s.20. Tunçoku, Mete; Anzakların kaleminden Mehmetçik’ten naklen. S.110-111
14. Buley, E.C. The Glorious Deeds of Australians in the Great War, London, 1915,s.123. Tunçoku, Mete; Anzakların kaleminden Mehmetçik’ten naklen s.112.
15. Kanla Yazılan Destan Çanakkale, Hanri Benazus, Toplumsal Dönüşüm Yayınları,2006. s.4
16.
17. Gelibolu 1915, Savaşla Başlayan Dostluk, Kewin Fewster, Vecihi Başarın, Hatice H. Başarın,
18. Kara Muharebeleri, Çanakkale, Tuncay Yılmazer,Yeditepe yy.2005,
Bir yanıt yazın