Ucu Yanık Bir Mektup Gibi Gidiyorum Dünyadan
Hep ceylanlar düşer kurtların tuzağına. Hiç pusu kuran ceylan görülmemiştir. Ve hep ölene ‘kurban’ denir.
Gerçekten öyle midir? Hep mi mağlup olmuştur yenilenler?
Ya önden gidenleri ‘kaybettik’ diye anmak nereden çıkmış? Ceninlere doğduktan sonraki hayatını kim anlatabilirdi? Ya kim tanımlayabilir gidenlerin geriye bakışını? İşte, en makbûl kelâmlar bile yanlışla cilveleşir haldeyse, kim sözünün şüphesizliğine çağrı yapacak cüretkârlıktadır?
Öyleyse susun.
Ben tenhâ bir insanım…
Bütün pusuların yönünü gösterir bir pusulayı kucağımda bulmuşum. Senelerce okumayı bilememişim, üstelik mahşer, paydamken.
İnsanlar pusuları değil pusulayı izleseydi, böyle tenhâ kalmazdım buralarda.
Artık paydam ‘tek’.
Bir olunca bölenim, ben artık bütünüm. Tamlayana ihtiyacım yok!..
Ben tenhâ ‘bir insan’ım…
Sâkin bir havadayım.
Üfledikçe neye neyzen, havaya emzirdiği buğusuyla bir hoş olmuşum. Gelinlik kadar temiz seherlere uzanan boynu bükük bir duâ gibi içime kurulu ney sesidir yağmurlar.
Ucu yanık bir mektup gibi gidiyorum dünyadan.
Hepten yanardım içimin yağmurları olmasa. Beni yağmurun bittiği yere gömün. Vaktini bilirsiniz. Fakat sükûnetime dokunmayın. Yakar.
Ben uzak bir adamım.
Yükseldim mi yücelerden, şehirler tutam tutam ışık olur; üstü dumanlı dumanlı. Ara ara kiri pası coğrafyanın. Eğlencem olur şehirler tepelerden uzanırken.
İndim mi, ciğerinde yok oluyorum kentin. Gökdelenler dikilir tepeme; ‘Ufaklık’ der, “sen miydin yukardan bakan?” Baş etmem imkansız. Susarım. Yutarım.
Madde küçültüyor insanı.
Dünyevileştikçe, işin imkansızlaşıyor. Nasıl baş edeceksin? Manevileştikçe sen, büyüyorsun ve küçülüyor dünya, şehir. İşin kolaylaşıyor.
Ben uzak kalmalıyım.
İyi de, çok söz biriktirdim. Sıcacık, yumuşacık kelimeler hazır dilimde.
Soylu çınarlar var kolları boynumda sarılı. Heybemde gökkuşakları, güneş kırmızıları. Yüreğim uzun ve serin duaların teriyle çırpınıyor.
En güzel sabırlardan yığınak var bağrımda. Ellerim çocuklara elma şekeri.
Ne vakit öpülecek toprak! Alnımızda tâk olacak kara toprak ne zaman? Ne zaman aramızdaki yarları birleştiren yürüyüş olacak toprakta yâr? Ne vakit suskunluğum son bulacak ve tenhâlaşacak herkes?
Ben helâk olacaksam bu sevdâdan olacağım.
Bir sevdâ ki; hem içimde Yusuflar saklayan kuyu, hem şakağımda horozu kalkık namlu.
Bir sevda ki ölümle kutuplaşan bir duygu.
Pınarbaşı sevdası gibi:
“Hasret de büyüsün, ay da büyüsün,
Gelip ruhun gecesinde uyusun,
Ben bu ânı milyon gözle bekledim,
Seni ağaçlardan fazla bekledim.”
İşte gitti sükunetim, yanıyorum. Tenhalar sıklet doldu. Uzlete mehir vermez ki sevdam. Hayat da tuzak dolu.
Hummaya tutulmuş denizci gibi titriyorum. Sıcak kumlar serili sanki altımda, nereye bassam kavruk.
Yanıyorum.
Misk kokulu bir ses duydum sanki…
Sanki nefesi serin bir ses esiyordu içimde…
Yangınımın içinde bir gülistan buldum sanki… Ateşler arasında esen bir rüzgârdı o…
Kırçıl Dede’m…
“Evladım, merhaba. İnsanlar yaşlanarak değil, yaşayarak kemâle erer.
Sen günün adamı değil gönül adamı olmaya helak olmak mı dersin?
Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen insanlar mı anlayacak seni?
Senin onlarla durumun bir gençle yaşlının durumu gibidir ki; gençler yaşlıları budala sanır; ama yaşlılar gençlerin budala olduğunu bilir!
Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Bir kusurun var; hep güneşe bakmaktan gölgeleri göremiyorsun. Tuzak işte bu gölgelerdedir.
Tedbir önce gelir.
Eğer mertebe kıymete göre verilseydi kaşın yeri gözün üstünde olmazdı.
Ne kadar yükseğe çıkarsan o kadar tenhalaşır. Temel matematiği herkes bilir, ama yüksek matematiği sadece bilen bilir!
Sen sevdana sarıl.
Pusulanı bırakma.
Işığa gözünü dik ve yürü! Gölgen arkandan ister gelsin, ister gelmesin.
Yolun açık olsun.”
Dedeciğim, Kırçıl Dedeciğim!
Ey ışıkla gelen dost!
Ey derdime Lokman!
Teşekkür ederim.
Senin gibi bir dostum olunca elbette hafif kalıyor sözlerin çoğu…
Öyleyse seni dinleyeyim.
Sen konuş.
Bir yanıt yazın