AŞK OLSUN!
-Bizim Yunus’a Dair-
Osman ARSLAN
- asır her bakımdan zorluydu. Anadolu birliğini sağlayan büyük sultan Alaettin Keykubat’ı zehirleterek tahta çıkan oğlu Keyhüsrev, Saray’da içki ve eğlence alemlerine dalmıştı. Türkmen-ahi şeyhlerinden bazılarının da dahil olduğu, ezoterik ve kült bir hareket olan Babailer isyanı çıkmış, bu isyanlar iç savaşa dönüşmüştü. Çürüme tepeden aşağı ülkeyi sarmıştı. Nefret ve kavga içinde kana boğulan bu paramparça vatanda kıtlık ve sefaletin perişanlığı yetmiyormuş gibi bir de gaddar Moğol orduları taş üstünde taş bırakmıyordu. Yangın yeri ülkede, paralara kadın resimleri bastırmakla uğraşan Keyhüsrev, ehil kumandanları geri itip alem arkadaşlarının komutasında yürüttüğü 80 bin askerle ve sarhoş halde çıktığı 1243 Kösedağ Savaşı’nı 30 bin kişilik Baycu Noyan komutasındaki Moğol ordusuna karşı kaybetmişti.[1]
Anadolu’yu kanlı müdahalelerle sindirmeye çalışırken Moğollarla işbirliği yapan dergahlar Baycu’nun işini kolaylaştırıyordu.[2] Öte yandan Ahi Evran, Hacı Bayram, Hacı Bektaş, Şeyh Edebalı gibi etkili Türkmen-ahi şeyhleri Moğollara karşı durmakta, nafile bir direniş mücadelesi vermekteydi. Kısa süre sonra, Anadolu Türkmenlerinin direnişinin liderlerinden ve sembol ismi olan Nasreddin Ahi Evran Hoca[3] gibi öncüler bir bir suikastlerle öldürülecek,[4] hapislere atılacak, direnenlerin evleri, dergahları basılacak, Türkmenler kanlı katliamlara uğrayacaktır. Direniş çabaları akim kalacaktır.
İşte böylece Moğollar Anadolu’da tutundu. Kaos içindeki Selçuklu’da en ufak bir umut ışığı kalmamıştı. Üstelik buna kuraklık, kıtlık ve ticaretin kesilmesi eklenince ekonomik krizin de zirve yaptığı topyekun buhran dönemi gelmişti. Karamsarlık her gönlü esir almıştı.
Üçüncü Yol: Sevgi Toplumu Olmak
İşte, küllerinden duman tüten yangın yeri vatanda tevekkülü, sabrı, kadere boyun eğerken her şerde hayır olduğu bilinciyle bir diriliş ruhu geliştiren dergahlar bu koşullarda öne çıktı.
Tapduk Emre dergahından yetişen bir derviş kocası da, elinde asa ile köy köy, kasaba kasaba Türkmen obalarının maneviyatını ayağa kaldıran deyişleriyle, sevgiden bir umut meşalesi yakıyordu. Ne heva ve hevesine kapılmış esir Sultan’a, ne liyakatsiz yöneticilere, ne iç savaşı körükleyen polemikçilere söz etmeden, herkesin birbirini yediği hengamenin içinde bambaşka bir dil geliştiriyordu:
“Ben gelmedim davi için, benim işim sevi için,
Dostun evi gönüldedir, gönüller yapmağa geldim.
Yunus Emre aşık olmuş, Maşuka derdinden ölmüş,
Gerçek erin kapısında, canım arz etmeğe geldim.’’
Bu, sevgi diliydi. Anadolu’yu “sevgi toplumu” yapmaya çalışıyordu. Çatışmakta olan iki taraftan birini tutmak dışında, ille de bir tarafın gönlünü kırmak dışında üçüncü bir yol da olabilirdi; gönüller yapmak! Bu, Yunus’un çağına önermesiydi. Çünkü birlik, beraberlik, ilerleme, adalet ancak sevgiyle gönülleri onarmak sayesinde başarılabilirdi.
“Elif okuduk ötürü, pazar eyledik götürü,
Yaradılanı hoş gördük yaradandan ötürü.”
Nefret dilinin egemen olduğu bir dönemde kavgalar arasından çıkan bu yepyeni üslup, dağılan gönülleri topluyor, yıkılan birlik duygusunu inşa ediyor, sabrın ve tevekkülün zamanla mukavemete dönüşecek muhteşem diriliş iradesini yıkılmış gönüllere yüklüyordu.
Yasaklı Yunus Şiirleri
Kuruluş harcına sevgi suyu verdiği, gönülleri buluşturup etrafında kümelediği Osmanlı Devleti, Yunus Emre’den iki asır sonra mısralarını “sakıncalı şiir” ilan edecek ve beş asır boyunca öyle kalacaktır. Bu yasağa sebep olan beyitler ise gerçekte Yunus’a ait değildi. Her şey bir yanlış anlaşılmadan ibaretti:
“Et ü deri büründüm, geldüm size göründüm,
Adım âdem urundum, üşde zuhura geldüm”
Oysa, aslı böyle olsa da “Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” şeklinde ünlenen mısraın yer aldığı şiir gerçekte Yunus Emre’nin kendisinin değildir. Kendinden sonraki yüzyıllar içinde Yunus’un temiz dilini ve anlatım üslubunu çok iyi yansıtan şairlerden birine aitti. Asırlar boyu, bu “yeni Yunus”ların[5] şiirleri de hep Yunus Emre’ye mal edilmişti.
Halk şiirinde, tekke edebiyatında son beyte/dörtlüğe atılan imza sahibini ortaya koyar. Bahse konu şiirin son beytinde şairi tarafından kendi adı, Yunus değil, Said olarak verilmektedir. Yani bu şiir Yunus Emre’nin değil, Said Emre adında bir başka “Yunus”undur:
“Bu surete geleli adum Said olalı,
Gizlendi padişahlık, kulum şüküre geldüm.”[6]
Yunus’tan sonra yaşayan Said Emre’ye ait olduğu halde, Yunus Divanı’nı ilk bulan Ritter,[7] Said Emre’nin de şiirlerini bulmuş, her ikisini aynı kitaba koyunca bu karışıklık çıkmıştır. Yunus’a mal olan bu meşhur mısra, Yavuz döneminde Şeyhülislam Ebu’s Suud Efendi tarafından, vahdet-i vucut inancını yansıttığı, batıni inanç ve davranışlara yol açtığı gerekçesiyle zındıklık (dinsizlik) ve ilhad (dinden çıkma) sayıldı. Fetvasıyla Yunus hakkında hüküm tesis etti ve tüm şiirlerini de yasaklattı.[8]
Yaratan da Yaratılan da Ayrı var
Yunus’ta yaratıcı ve yaratılan “iki ayrı var” olarak görülür. “Yaratılanı hoş gördük yaratanda ötürü”, “Hakk’ı gerçek sevenlere cümle âlem kardaş gelir”, “Bana seni gerek seni”, “Yarın Hakk’ın divanına varam Allah deyu, deyu” gibi sayısız mısra bu inancın tezahürüdür.
“Sohbetlerde Yunus’u Hergiz Unutmayalar”
Yunus, Osmanlı’da bazı mısraları sakıncalı şair olunca, “Şol cennetin ırmakları”, “Aşkın aldı benden beni”, “Sordum sarı çiçeğe” diyemiyordu açıktan Anadolu insanı. Neredeyse beş asır ezberlerde, dilden dile sohbetlerde yaşaması, Yunus’un her bakımdan büyük olduğunu göstermeye yeter sanırız. Başına geleceği bilirmiş gibi, der ki Yunus:
“Şirin canlar eylensin, tatlı sözler söylensin,
Sohbetlerde Yunus’u hergiz unutmayalar.”
Aynı şiirinde yer alan İslam düşüncesindeki bir yarılmaya da işaret ve itiraz ettiği beytinde, tarikat ve şeriatla birlikte ele alınması gerektiğini söylerken, şeriatın kurallarına göre tarikatın da gözden geçirilmesi gereğini, sanki bazı mısraları hakkında verilecek fetvaya da metodik bir gönderme yapar gibi dile getirmektedir:
“Mumlu baldır şeriat, tortusuz yağ tarikat,
Dost için balı yağa, pes niçin katmayalar.”
Sakıncalılık hali olunca elbette imha edilen nüsha da olur, kurtarılmak için kaçırılan nüshalar da. Bugünlerde halen Vatikan gibi yerlerden Yunus Divanı’nın çıkması da, bunun bir sonucu olsa gerektir.
Ebu’s Suud Efendi’nin Yunus Emre fetvası, biraz da dönem siyasetinin ürünü olmuştur. Fetva, Osmanlı Devleti’nin, o dönem çatışmada olduğu Safevi(İran) Devleti’nin faaliyetlerine karşı tedbir alma amacına yönelik olmalıdır. Safeviler, Batıni kültürün propagandasını yapan bazı akımları Osmanlı’da örgütlüyor ve kullanıyordu. Bu örgütler, gerçekte Yunus’un olmasa da Yunus adına batıni anlayışına uygun bu tür şiirler seçip okuyordu. O’na olan büyük güveni kullanarak, bu tehlikeli akımlar, yayılmada kendilerine kolaylık sağlıyorlardı. Bu gibi yanlış inanışları yansıtan şiirlere kapı araladığı gerekçesiyle Yunus, toptan “siyasi yasaklı” haline getirilmişti.
“Bana Seni Gerek Seni”
Bu teopolitik amacı, Ebu’s Suud Efendi’nin, bir kez “sağlam yanlış” bulduktan sonra, geniş sayılabilecek yorumlar da yapmasından anlayabiliriz. Örneğin, “küfr-i sarih”(Açık küfür) saydığı ve bu sefer gerçekten Yunus Emre’ye ait olan bir şiiri bugün yaygın ilahilerimiz arasındadır:
“Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü, bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni
…
Sofilere sohbet gerek, Ahilere Ahret gerek
Mecnunlara Leyli gerek, bana seni gerek seni
Eğer beni öldüreler, külüm göke savuralar
Toprağım anda çağıra, bana seni gerek seni
Cennet Cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen anı, bana seni gerek seni
Yunusdürür benim adım, gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum, bana seni gerek seni” [9]
Bir Molla Kasım Gelir
Gerçi, Ebus’suud Efendi alimdi, bazı tehlikelere ön almak için aldığı sert tedbirler vardı. Fakat O’ndan çok önce de benzer bir kadirlik yaşamıştır Yunus’un şiirleri. Anlatıldığına göre medreseden yetişme biri olan Molla Kasım, Yunus Divanı’nı bir torba içinde yazılı halde ele geçirir. Bir nehir kenarına oturup başlar okumaya. Okuduğu kağıdı, üzerinde yazanları ya değersiz ya da asice bularak nehre atar durur. Bu şiirlerin çoğunu nehre atmıştır ki önüne Yunus’un bir beyti çıkar. Gözlerine inanamaz:
“Derviş Yunus bu sözü, söyleme eğri büğrü
Seni sıygaya çeker, bir Molla Kasım gelir.”
Molla Kasım’ın şaşkınlığı pişmanlığa dönüşür, nehir boyu koşup şiirleri toplamaya çalışır. Fakat kabul edilir ki, şiirlerin kaybolması da ilahi hikmettendir; giden şiirlerin içeriği herkesin anlayıp hazmedemeyeceği derinlikteydi belki de.
Yunus: Türkçe’nin Öncüsü
O derviş ki, milli edebiyatımızın ilk müjdecilerindendir. Yunus’un devrinde Türkçe eser verilmezdi. Çoğu Anadolu Selçuklu fikir öncüsü şahıs, dil olarak Farsçayı kullanıyordu. Ahi Evran, Mevlana, Kirmani gibi büyükler Farsça yazıyordu. Hacı Bektaş-ı Velî Arapça eser veriyordu. Devlet dahi Türkçeyi yazı dili görmüyordu. Oysa, bu insanlara muhatap olan halkın büyük çoğunluğu Türkmendi ve Türkçe dışında bir dil de bilmiyorlardı.
Âşık Paşa, “Garîbnâme” adlı eserinde bu duruma ilk isyan eden kişi olmuştu. “Devletle milletin dili aynı olmalıdır” diyordu. Yunus Emre de, bunu hayata geçiren; arı, duru, ölçülü ve içerikli ifadeleriyle Türkçe’yi hak ettiği yere yükselten isim oldu. Türkçe söylemesi nedeniyle de Türkmenler tarafından anlaşılabildi, benimsendi, özümsendi. Türkmen kitleler, anlamadığı Mevlana’yı değil, anladığı Yunus’u izledi:
“Ko ölmek endişesin, aşık ölmez bakidir,
Ölmek senin nen ola, çün canın ilahidir.
“Âşık öldü diye sala verirler,
Ölen hayvân imiş âşıklar ölmez”
“Gönül Çalab’ın tahtı, gönüle Çalap baktı,
İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise”
“Odunun Bile Eğrisi”
Osmanlı’nun kuruluşuna ruh üfleyen bu derviş kocası, üç asır sonra yasaklanmış olsa da döneminde önemli ve büyük görevler ifa etmiştir. Ne alim, ne de şeyh diye bilinirdi, O, Bir derviş kocasıydı. Ahi Şeyhi Tapduk Emre’nin dergahında terbiye almış, “eğri odun bile taşımamış”, özü sözü doğru, tertemiz bir Türkmen dervişiydi.
Yunus’un bu hassasiyetini fark eden Tapduk Emre’nin “Dağda hiç eğri odun yok mudur?” sorusuna verdiği cevabı da idrak edilmeli: “Sizin kapınıza odunun bile eğrisi yakışmıyor!” Belki de kaybettiğimiz, yücelişimizi sırrını veren değer tam da burada saklı: Odunun bile eğrisinin yakışmayacağı ocaklar, çatılar, kapılar olabilmek!
Buğday mı, Himmet mi?
O, Tabduk’un kapısına buğday istemeye gelmişti. “Himmet mi istersin, buğday mı?” sorusuyla karşılaştı. Himmeti seçti. Dünya hayatı da, himmetin peşinden gidenlerle ömrünü buğdaya adayanların yol ayrımına telmih eden bu tecrübe hala hayatımızın imtihanıdır. Himmet diye yola çıkanların yüzünü buğdaya döndüğü dünyada, Yunusça himmete yönelmek ne güzel nasiptir!
“Erenlerün himmetini ben bana yoldaş eyleyem
Her kancaru varurısam cümle işüm hoş eyleyem.”
Medrese gelenekçiliği ile tarikat gelenekçiliği arasındaki derin çatışma Yunus zamanında da etkindi. Tarikatın dervişi varsa medresenin mollası vardı. Molla Kasım adında bir zatın eline Derviş Yunus’un 3 bin şiirden oluşan divanının geçtiği söylenir. Molla Kasım, bin kadarını yakmış, bin kadarını dere kenarında bir ağacın altında otururken okuyup, değersiz ve hatta küfür görerek suya atarken bir mısraı ile karşılaşmış Yunus’un:
“Yunus Emre bu sözü eğri büğrü söyleme,
Seni de sigaya çeken bir Molla Kasım gelir”
Bu mısralar üzerine hakkında hüküm biçtiği kişinin küçümsenecek birisi olmadığını anlayarak yaptığına pişman olduğu, elimizdeki Yunus Divanı’nın, bu mısralardan sonra Molla Kasım’da kalanlar kadarı olduğu söylenir.
Doğrusu, böyle bir olayın gerçekten olup olmadığı da bilinmez. Yunus’un bu mısralarından hareketle böyle bir olayın kurgulanmış olabileceği yüksek ihtimaldir. Yunus’un bütün hayatı böylesi mısralarındaki ifadelerden yola çıkılarak tahmin edilen olaylardan oluşur. Biraz da Yunus’a ait makamlarından, oralarda gezdiği anlaşılır. Yani Yunus, devrinin kaosunun büyüklüğü içinde hayatı kayıt altına alınamamış bir manevi büyüğümüzdür.
“Derviş Olan Kişiler…”
Fakat tefessüh her alandaydı. Dervişliği[10] de bozmuşlardı. Öyle dervişler vardı ki kavgacı, militan, ara bozan… Onlara sık sık “dervişlik dersi” anlatır, hatırlatmalar yapar. Ama önce dervişliğin kıymetini ortaya koyar:
“Ben dervişim diyene, bir ün edesim gelir,
Seğirdüben sesine, varıp yetesim gelir.”[11]
…
“Dervîş olan kişiler, deli olagan olur,
Aşk neydügin bilmeyen, ana gülegen olur.”
…
“Bize gerçek dervîş gerek, cihân doldı da‘vâ ile,
Yalan da‘vâ iderisen aşk n’eylesün senün ile…”
“Vara Yoğa Kakırsın…”
Yunus’un devrinde dervişlik makamı saygın bir mevkidedir. Bu makama gösterilen itibar ve iltifat nedeniyle dervişlik makamı istismar edildiği taktirde halkı yanlış yollara sevk edebilmektedir. Dervişliğin gereğince hareket etmeyen, haliyle suyu bulandıran sahte dervişlere Yunus’un düzeltici uyarısı kulaklara küpe olmuştur:
“Derviş bağrı baş gerek, gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek, sen derviş olamazsın.
Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek, sen derviş olamazsın.
Dilin ile şakırsın, çok mailer okursun
Vara yoğa kakırsın, sen derviş olamazsın.
Kakımak varmışsa ger, Muhammet de kakırdı
Bu kakımak sende var, sen derviş olamazsın”
“Canlar Ölesi Değil”
O, derviş kocası Yunus Emre’ydi. Her fani gibi bir gün bu dünyadan silinecek olan siluetini önemsemedi, yaratıcının verdiği ruha ram ve o özle var olduğunu unutmadan, önemli olanın, hakikatin, cismani olan değil, ruhani olan hakikat olduğunu anlattı.
“Ten fânidür cân ölmez çün gitdi girü gelmez
Ölür ise ten ölür cânlar ölesi degül.
Çeşmelerden bardagun toldurmadın korısan
Bin yıl anda turursa kendü tolası degül
Yûnus gözün görürken yaragun eyleyigör
Gelmedi anda varan girü gelesi degül”[12]
“Söz Ola Kese Savaşı”
Yunus, üslubun, anlatım biçiminin kişinin de değerini belirlediğini anlatır. Güzel üslupla konuşmanın yapıcı etkisini onun kadar güzel anlatan olmamıştır. Bu, belki de devrinin çatışmalarını dindirmenin de yolu olabilecek bir nasihattir:
“Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz,
Sözü pişirip diyenin İşini sağ ede bir söz.
Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı,
Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ide bir söz.
Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini,
Bu cihân cehennemini sekiz uçmağ ede bir söz.”
Aşk Olsun!
Yunus’un her bir deyişindeki hikmet deryalarca mürekkep akıtmaya müstehak iken biz iki kelam ile onu anlatmaya çalışıyoruz. Gerçekten zor. Herhalde yapılacak en güzel şey Yunus’un “aşkına” vurgu ile çaresizliğimizi ikrar etmek olsa gerektir.
“Ben yürürem yane, yane, aşk boyadı beni kane,
Ne âkilem ne dîvâne, gel gör beni aşk neyledi”
Aramızdan eksik olmamaları dileği ile Yunus’a, yunus gönüllülere ve bütün yunuslara aşk olsun!
[1] Seda Albayrak, Kösedağ Savaşında Selçuklu Emirleri, Ordu Üni. Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi, Yıl 3, Sayı 2, Haziran 2019, s.209
[2] Şakir Turan, Moğolların Anadolu’yu İstilası Sonrası Batı Anadolu’da Türkmen Tarzında Şekillenme, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2011, sayı 29, s. 185-194
[3] Tarihçi Prof. Dr. Mikail Bayram’ın çalışmaları Nasreddin Hoca ile Ahi Evran’ın aynı kişi olduğunu destekler niteliktedir. Bir örnek makale için: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/258193
[4] Mikail Bayram, Ahi Evren Hâce Nasîruddîn ile Alaâd-din Çelebi’nin Öldürülmesi ve Ölüm tarihlerinin Tespiti, İstem, Yıl 2, sayı 3, s.37-57, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/260608
[5] Bu gerçeğin en güzel ve güncel örneği Bestami Yazgan’ın “Gülü İncitme Gönül” şiiridir. İletişim çağında olduğumuz halde duvarlarda, internet paylaşımlarında şiirin altında Yunus Emre yazabilmektedir. Bu, asırlar boyunca da böyle olagelmiştir. Yunus Divanı’nda tartışılan pek çok şiir olması bundan da kaynaklanabilmektedir.
[6]İsmail Kaygusuz, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makalat’ını Türkçeleştiren Said Emre, http://www.ismailkaygusuz.com/index.php/makalelerim/arastirma-inceleme-makaleleri/420-420 “Adı Yunus Emre (1240/1-1320) ile birlikte geçen ve şiirleri birbirine karışmış, Said Emre hakkında pek az şey bilinir. Günümüze Said tapşırmasıyla ulaşan 19 şiiri bulunmaktadır. Şiirleri yayınlamış olan Abdülbaki Gölpınarlı onları, Prof. Dr. Ritter’in bulduğu ve 14. yüzyılda yazılmış en eski Yunus Emre Divanı olarak bilinen elyazması ve diğer bazı kaynaklardan toplamıştır. Bu divanda Yunus Emre’ye ait 98 şiire ek olarak, özel başlık taşıyan bir bölümde 15 Said Emre şiiri kayıtlıdır. Birçoğu sadece konu olarak değil ölçü ve kâfiye bakımından bile Yunus’un bazı şiirlerini anımsatmaktadır ve hatta onlara benzek (nazire) yapılmıştır.”
[7] Alman edebiyat araştırmacısı Helmutt Ritter’in çalışmaları için bkz. https://islamansiklopedisi.org.tr/ritter-hellmut
[8] İstanbul Millet Kütüphanesi Şeriye no. 80’de kayıtlı “Fetâvâ-yi Ebu’s Suud” adlı esrde 217a ve 217b’de kayıtlı fetvalar. Ebu’s Suud Efendi, Yunus’un şiirlerindeki fikirlere inananlar gibi, benzer nedenlerle, Melâmi Bayrami tarikatından şeyh Husameddin Ankaravî’nin halifesi Bosnalı Şeyh Hamza Bali’nin ve Halvetiye tarikatının Gülşeni kolundan şeyh Karamani’nin de öldürülmeleri yönünde fetva vermiştir.
[9] http://www.yunusemre.net/siirler/58-bana-seni-gerek-seni.html
[10] Derviş, Farsça kökenli “fakir”, “kapı kapı dolaşan” anlamlarına gelen bir kelimedir. TDK sözlüğünde; “Bir tarikata girmiş, ona bağlı kimse, alperen” şeklinde açıklanır. Derviş konusunda geniş bilgi için: Teymur EROL, Klasik Türk Şiirinde Derviş Tipi, U.Ü. Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 10, Sayı: 17, 2009/2. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/214882
[11] https://yunusemresiirleri.blogspot.com/2008/05/mn-eri-bu-yolda-mell-olasi-deil.html
[12] https://yunusemresiirleri.blogspot.com/2008/05/mn-eri-bu-yolda-mell-olasi-deil.html
Bir yanıt yazın