PÎR KURUCU HÂCE AHMET YESEVî

 

PÎR KURUCU HÂCE AHMET YESEVî

Dr. Osman ARSLAN

Orta Asya’da, ata yurdumuzda, Kazak Türklerinin geniş ülkesini anınca aklımıza bazı büyük düşünce ve edebiyat insanları gelir. Bunlardan biri liberal İslam yorumlarıyla Kazak toplumunu Batı dünyasının çağdaşlığına taşımaya çalışan Abay Kunanbayoğlu’dur. Yine, Kazak dili ve topraklarını koruma mücadelesi veren büyük yazar ve düşünür Muhtar Avezov’u hatırlarız. Kültür köklerimizden gelen ve beslenme kaynağımız olan destanları bize yeniden anlatan Jambıl Jabayev gelir aklımıza. Yine hikayeleriyle bir kültürü ayağa kaldıran eğitimci Ibıray Altınsarin’in çalışmaları unutulmamalıdır. Fakat bu, çağımıza yakın isimlerden öte, o topraklarda yatan dokuz asır boyunca bütün Türk dünyasını fikirleri ve maneviyatı ile besleyen, Türk kimliğinin İslamlık devrinde yeniden inşasında etkisi müstesna düzeyde olan Hoca Ahmet Yesevi de vardır. Yesevi, Türklerin Müslümanlık dönemine geçtikten sonra milli kültürlerini ve kimliklerini İslam inancına göre yeniden inşa eden yeni kodları belirleyen öncüdür.

“Pir-i Türkistan, Hace-i Türkistan, Hazret-i Sultan, Sultanu’l-evliya, Evliyalar Serveri, Server-i Meşayıh” gibi Müslüman Türklerin düşünüp bulabileceği en yüceltici sıfatlandırmalarla halen yaşattığı Hoca Ahmed Yesevi’ye duyulan derin muhabbeti, eski adıyla Yesi şehrindeki türbesinin, halen Türk dünyasının en önemli ziyaretgahı olması da göstermektedir. Üzerinde tartışma olmaksızın bütün Türk Dünyasının kabul ettiği Hoca Ahmed Yesevi gibi belki bir de yine O’nun yolundan giden Yunus Emre anılabilir. Böylesi birleştirici isimler, her zaman olduğu gibi bugün de bizler için son derece değerlidir.

Hoca Ahmet Yesevi’nin, manevi hayatı yüzyıllarca Türkleri etkisi altına almış, çeşitli meşrep ve tarikatlara etki etmiştir. Kerametler ve menkıbelerle dolu olduğu anlatılan hayatı ölümünden sonra da dillerden düşmemiş, medrese kültürü ile tasavvuf yolunu harmanlayabilmiş alim bir şahsiyettir. Döneminin geçerli dilleri olan Arapça ve Farsça’yı çok iyi bilen ama göçebe hayat süren Türk halkına anlayacağı seviyede sade bir Türkçe ile bildiklerini anlatan bir mürşitti. Bunu şiir aracılığı ile de yaptı. Şiirlerinin toplandığı “Divan-ı Hikmet” tek eseridir. Bir de kendisine izafe edilen “Fakr-name”si vardır ki, hikmetlerinden esinlenilerek başkalarınca yazılmış eserlerdir aslında.[1] Yine adına yazılı “Risâle der Âdâb-ı Tarîkat” ve “Risâle der Makâmât-ı Erba’în” yolunu anlatan eserlerdir.

O dönemde eski İran kültürünü yaşatan Horasan, tasavvufi akımların ilk merkezlerinden olmuştur. Hızlı bir etki ile, Herat, Nişabur ve Merv şehirleri hicrî III. asırda mutasavvıflarla dolar. Aynı canlılığı hicrî IV. asırda Buhara ve Fergana’da görmeye başlarız. Buralarda Türkler kendi şeyhlerine “Baba” demeye başlamıştır. Nitekim Hicri V. Asırda doğan Hoca Ahmed Yesevi’nin Yesi’de ilk mürşidi “Arslan Baba” olacaktır.

Türklerin İslâm olmazdan önce taşıdıkları dini düşüncelerin ve yaşadıkları topraklarda yerleşik kökleri bulunan Zerdüştlük, Mani ve Mazdek dinlerinin, Türklerin İslam inanışı üzerinde kültürel tezahürünün olmaması düşünülemezdi. Bu katışıklar dolu kültür iklimi içinde, ehl-i beyte derin bir muhabbet üzerinden kurulan silsile bağına dayanan tasavvuf düşüncesini Hanefi/Sünni itikat ilkelerine sadık kalan temiz bir iman üzere şekillendiren ilmi ve manevi derinliğin sahibi Hoca Ahmed Yesevi, bu bakımdan eşsiz bir öncülük yapmıştır. Kuşkusuz bu itikadi duyarlılık ve İslam’a sokulan bid2atleri ayıklama duyarlılığını ona kazandıran Yusuf Hamedani çizgisini yükselten Hoca Ahmed Yesevî, “Müslüman Türk kültürünün tehlikede bulunduğu bu başat ve karışık evre ve devirde… Türkler arasında sahih İslam’ı korumak ve yaşatmak vazifesine hayatını adamış bir irfan rehberidir”.[2]

Ahmed Yesevî hakkında yapılan en kapsamlı çalışma olan Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eserinde menkıbevi ve tarihi hayatı ayrı ayrı ele alınır. Bu eserde anlatıldığına göre, Ahmed Yesevî, Türkistan’da Çimkent yakınında Sayram(Akşehir) kasabasında doğdu. XI. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiği kabul edilmektedir. Babası, Şeyh İbrahim, Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerindendir ve kerametleri ve menkıbeleri anlatılan, Hz. Ali soyundan geldiğine inanılan birisidir. Annesi ise Şeyh İbrahim’in halifelerinden Mûsâ Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur. Ahmed Yesevî, 7 yaşındayken annesini ve babasını kaybeder. Ablası Gevher Şehnaz himayesinde Yesi şehrine göçerler. Gerek Yesevî adını alması, gerekse Arslan Baba’yla buluşması bu sayede gerçekleşir.

Yesi, bugünkü adıyla Türkistan şehridir. Arslan Baba da Ahmed Yesevî henüz küçükken vefat eder. Ahmed Yesevî, Arslan Baba’nın vefatından sonra zamanın önemli İslâm merkezlerinden biri olan Buhara’ya gider. Bu şehirde devrin önde gelen âlim ve mutasavvıflarından Şeyh Yûsuf el-Hemedânî’ye intisap eder. Onun vefatı üzerine Ahmed Yesevî irşad postuna oturmuşsa da vaktiyle şeyhi Yusuf el-Hemedânî’nin başka birisi için vermiş olduğu işaretten haberdar olunca makamını ona (Şeyh Abdulhâlik-i Gucdüvânî’ye) bırakarak Yesi’ye döner. Burada çok etkili olacak ve tüm Türk coğrafyasına göçerler aracılığı ile yayılacak bir irşat çalışması yürütür. Altmış üç yaşına geldiğinde tekkesinin avlusunda müritlerine bir çilehane hazırlatır, vefatına kadar buradan çıkmadan ibadet ve riyazetle meşgul olur.

Kerametlerinin vefatından sonra da devam ettiği ileri sürülen Ahmed Yesevî, rivayete göre, kendisinden çok sonra yaşayan Timur’un rüyasına girmiş ve ona zafer müjdesi vermiştir. Timur zafere erişince, Türkistan ve Kırgız bozkırlarında şöhreti ve nüfuzu iyice yayılmış olan Ahmed Yesevî’nin kabrini ziyaret için Yesi’ye gelmiş, kabrin üstüne, devrin mimarî şaheserlerinden olan bir türbe yapılmasını emretmiştir.[3] Birkaç yıl içinde inşaatı tamamlanmış ve türbe, camii ve dergâhı ile bir külliye hâlini almıştır. Bugün Ahmed Yesevî’nin türbesi civarına gömülmek bozkır göçebeleri için ayrı bir değer taşımaktadır. Bu sebeple birçok kişi daha hayattayken türbe civarında toprak satın alarak kabirlerini hazırlarlar. Hatta kışın ölen bir kimse keçeye sarılarak ağaca asılır ve bahara kadar bekletilir. Bahar gelince götürülüp Ahmed Yesevî’nin türbesi civarına defnedilir. Bu gelenek Ahmed Yesevî’nin Orta Asya Türklüğü üzerinde ne derece etkili olduğunu açıkça göstermektedir.[4] Nakşıbendiliğin tamamen benimsediği Yesevi, Bektaşi-Alevi çizgisine varıncaya kadar her sufi inanışın her Türk ekolüne referans olmuş bir şahsiyettir.[5]

Orta Asya Türkmenleri o dönemde Moğol saldırılarından kaçmak için batıya yönelmişti. Özellikle Anadolu’ya yoğun bir göç vardı. Ahmed Yesevî de talebelerini bu göç eden halkı yalnız bırakmamak, manen desteklemek üzere Diyar-ı Rum’a(Anadolu’ya) teşvik etmiştir. “Rical-i Sofiyye” (İleri gelen sufiler) etrafında dervişan(o dönemdeki adıyla abdalan) ile göçüp belli merkezi noktalara yerleşiyordu. Kırşehir yöresine yerleşen Hacı Bektaş-ı Velî ve Kayseri’de Selçuklu ve Osmanlı iktisadi hayatının temeli ahilik teşkilatını kuracak olan Ahi Evran, Yesevi’nin bu sevkiyle Anadolu’ya gelmiş mürşitlerdi. Bugün Silistre’de yatan ve Balkanları İslamlaştırmada önemli rol üstlenen sarı saltık da Yesevî’nin bölgeye vazifelendirdiği bir dervişiydi.[6] Bunların yanında Tapduk Emre, Yunus Emre, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Sadreddin Konevi, Davud el-Kayseri, Baba İlyas, Somuncu Baba, İbrahim-i Gülşeni, Niyazi-i Mısri gibi bin yıllık yürüyüşümüzün hamurunu karmış alim ve arif şahsiyetler Yesevi yolunun azizleridir. Yesevî yolunda Anadolu’yu aşk, fedakarlık ve irfan ile yoğuran Horasan Erenleri ve Anadolu Erenleri, Anadolu’nun çok etnikli yapısını bir potada eritip kardeş yapmış, zor coğrafyasını dayanışma ile kolaylaştırmış, aşkı sanata, farklılıkları zenginliğe dönüştürmüştür. Bu saydıklarımız zaten medeniyetimizin tarifi mahiyetindedir ve bu kurucuların gergef gergef işlediği medeniyetimizin paradigması olacak ilkeler “Divan-ı Hikmet”teki ışıklardan neşet etmiştir.

Bu aşamada Pîr Yesevi’nin hayata tuttuğu fener olan mısralarını nitelediği “hikmet” kavramının medeniyetimiz içindeki mihver rolünü hatırlamakta yarar olabilir. Hikmet, bir eylemin ardındaki anlamı ve amacı gösterir. Bir emir varsa hikmeti olmalıdır, yasak da öyle. Hikmeti olmayan kurallar anlamsızlaşır. Anlamsız ve amaçsız yasaklar ancak bir sulta uygulaması olabilir. Yaşadıklarımızda hikmetler keşfedince olaylar anlam kazanır, ders almış oluruz. İşte kararlarımız bir hikmete dayanıyorsa yücelir. İtaate layık ve adil hale gelir. Bir karar alma süreci olan hukuk da hikmetini(varlık sebebi olan adaleti) yitirmemelidir. Hayatın her alanına hikmet katmayı(ilkelere dayalı yaşamayı) biz Türklere  öğreten düsturun sahibi Ahmet Yesevi olmuştur. Doğu hikmetini bir ahlak yoluna çeviren öğretisi medeniyetimizin ruhunu oluşturmuştur. Hikmeti yitirdiğimiz gün huzuru, adaleti, güveni ve birliğimizi de yitireceğimiz kuşkusuzdur. Ancak, ikmeti kendinden menkul(sübjektif yarar gözeten) değil, hakikatten(objektif doğrudan) beslenen hikmetlere dayalı kararlar hayatımızı güzelleştirecektir. Belki, Hoca Ahmed Yesevi’den bize kalan en muhteşem miras çölü gülistan yapacak değerdeki bu “hikmet kültürü”dür.

“Benim hikmetlerim ferman-ı Sübhan.

Okuyup anlasan mana-yı Kur’an.

Benim hikmetlerim âlemde sultan,

Kılar bir lahzada çölü gülistan.”

Hoca Ahmed Yesevi, insan özgürlüğünü bir seçme hakkından ibaret görmez. Ona göre özgürlük bir ahlaki duruştur. Bu duruşu, dönemin tasavvufî yaklaşımının diliyle tasvir eder. Buna göre özgürlük, dünyayı ve içindekileri önemsemeyerek(hiçbir türlü çıkara yönelmeyerek) Allah’a teslim olma(herkese eşit mesafede olma) halidir. Allah’tan başka bir şeye meyleden gönül (dünyalık bir şeye zaaf gösteren insan) özgürlüğünü kaybetmiş demektir.[7]

Ahlak, insanın eylemlerinde ortaya çıkar. Zira bilgi uygulanmadıkça anlamsızdır. İlmiyle amel etmedikçe kişiye alim de denemez, ona göre:

“İnci, cevher sözüm âleme saçsa.

Okuyup anlasa, Kur’an’ı açsa.

O âlime canım kurban kılarım.

Bütün ev barkımı ihsan kılarım.

Hani âlim, hani amil yaranlar?

Hüda’dan söylese siz can veriniz”.[8]

Çoğulcu bir öğretiye sahiptir. “72 millete bir göz ile bakmak” anlayışı onun dilinden doğmuş bir hikmetti:

“Sünnet imiş, kafir de olsa, incitme sen.

Hüda bizardır katı yürekli gönül incitenden.

Allah şahit, öyle kula hazırdır Siccin.

Bilginlerden duyup bu sözü söyledim işte.”[9]

İnsanı seven ayırdetmeyen, mazlumların yanında duran bir duruşa sahiptir:

“Nerede görsen gönlü kırık, merhem ol sen.

Öyle mazlum yolda kalsa hemdem ol sen.

Mahşer günü dergahına mahrem ol sen.

Ben-sen diyen kimselerden geçtim işte.”[10]

Hoca Ahmed Yesevi, tasavvufun üç umdesini birleştirip bir yol yapmıştır: mehafetullah(Allah korkusu), muhabbetullah(Allah aşkı) ve marifetullah(Allah’ı bilmek). Bu manevi yaklaşımın izdüşümü olarak; bu üçlüyü, günahtan(kul hakkından) korkmak, yaradılanı yaratandan ötürü sevmek ve bilgiye, bilime sarılmak şeklinde ahlaki hüviyete bürüyerek hayata aktarabiliriz.  Hoca Ahmed Yesevî, mutasavvıf olarak ilahi aşka büyük önem verir. “Aşkı olmayanın imanı yok ey dostlar…” der.

“Aşkı değse yakıp yıkar canı, teni,

Aşkı değse viran eder kibri, benliği.

Aşk olmasa kimse tanıyamaz Mevlam seni,

Her ne yapsan, aşık eyle beni ey Rabbim.” [11]

Bu evrensel ahlaki mesajları nedeniyle UNESCO, 2016 yılını Hoca Ahmed Yesevi yılı olarak ilan etti. Dinin tebliğinde ilk kez Türkçeyi kullanması ve yaygınlaştırması, batıl inanışlardan İslam itikadını arındıran duyarlılıkla hareket etmesi, fakr(dünyayı terk etme) anlayışıyla yetişmiş öğrencilerini İslam’ın yayılmadığı topraklara görevlendirmesi, eğitimde hikmetli sözle irşat çalışması yapması, şeriat ile tarikatın uzlaşmasını sağlaması, sevgi ve barış üzere hareket etmeyi düstur edinmesi onun tarihi ve önemli katkıları olmuştur.

O dervişan ki, Yesevi’nin;

Gafillere dünya gerek, akillere ahiret gerek

Vaizlere minber gerek, bana Allah’ım gerek.

Hoca Ahmet benim adım, gece gündüz yanar korum,

İki cihanda maksudum, bana Allah’ım gerek.”

Terbiyesiyle hareket eden, makamda, malda ve arzularda değil mutluluğu adandıkları Allah’ın aşkına kanmakta bulan yiğitlerdi.

Hoca Ahmed Yesevi’nin nasihatleri için söylediği şu mısralarla bitirelim:

“Benim hikmetlerin şeker ve baldır,

Bütün sözler içinde bi-bedeldir.

Bu hikmetlerin Hakk’ın bir lütfudur,

Seher vakti estağfirullah diyenler için”.[12]

[1] Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1993, 17-18.

[2] Emel Esin, İslamiyetten önceki Türk Kültür Tarihi ve İslam’a Giriş, İstanbul 1978, 163-165.

[3] Bu türbe galerisinde bulunan bir büyük kazanı Leningrad’a kaçırılmış, sonradan iadesi sağlanmıştır. Bkz. Oktay Aslanapa, Hazret-i Türkistan Ahmed Yesevi ve Türbesi, Atatürk Araştırmaları Merkezi Dergisi,  bkz.  https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/689090

[4] Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 86

[5] Ahmed Yaşar Ocak, “Türk Dünyasında Ahmed Yesevî ve Yesevîlik Kültürünün Yayılışı: Bir Sufî Kültürünün Yeniden Güncelleşmesi”, Yesevîlik Bilgisi, haz.: C. Kurnaz-M. İsen-M. Tatcı, Ankara 1998, 312.

[6] Müjgan Cunbur, “Ahmed Yesevî’nin Ahi ve Gazileriyle Anadolu’nun Türkleşmesindeki Yeri”, Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri 1993, s.63-68.

[7] M. Askeri Küçükkaya. “Ahmed Yesevi’de Hürriyet kavramı”. Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 16 / 16 (Aralık 2006): 121-133 .

[8] Ahmet Yesevi, Hikmetler, 1991, s.30

[9] Ahmet Yesevi, Hikmetler, 1991, s. 57

[10] Ahmet Yesevi, Hikmetler, 1991, s. 49

[11] Ahmet Yesevi, Hikmetler, 1991, s. 74

[12] Hoca Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, 1991, s. 121

ROMANLARDA TEHCİRİN YOLCULUĞU

  • 2.1Bin Görüntülenme Sayısı

Cumhuriyetçiler ve Demokratlar

  • 1.7Bin Görüntülenme Sayısı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hakkımda
Hakkımda
Merhaba. Bu sayfalarda birlikte olmaktan son derece mutluyum. Hoş geldiniz. Hayat yolundayız. Her birimiz ayrı bir mecradan, farklı bir maceradan geliyoruz...

Site Toplam Ziyaretçi: 270

Son Yüklenenler

Paylaşımlarımdan Haberdar Olmak İster misiniz?