Sürgün Duyguları
Ne sebep var? Mutlu olabilmem için ne sebep var? Müsterih olmam, en azından gülebilmem için ne sebep var?
Günlerin bir kılçıklı geçişi var ki bütün gülüşlerimi yüreğime ıstırap diye çakıyor. Gülüşlerinden bile vicdan azabı duyabilecek bir hâl!
Zaman zaman, dünyanın “insan” için bir “sürgün yeri” olduğunu, hayatın yüreğime kancalarını geçirişinden anlıyorum. Ve yıllar önceki yargımı yineliyorum: Hayat bir serzeniştir fânî âleme el’ân!
Sadece “biz bu devrin adamı değilmişiz” demek eksik, “biz bu dünyanın insanları değiliz…” Kat’iyyen.
Sürülmüşüm gibi ağrıma gidiyor yaşamak. Bu yarı hapis yaşadığım hastanede sürgün duygularını en boğucu gelgitleri ile tanıdım. Meğer sivil duygularımdan pek de farklı değilmiş.
Bir tekerlekli sandalyede oturmuş karalıyorum bu satırları. Tekerlekli…Artık muhtaçsın demek. Sanki tekerlekli, üstü açık bir tabuttayım. Hatta bir an gerçekten yürüyeceğimi sanıyorum.
Ölümün yaşanan nice ibretli sahnesi, bütün günahlarımı yüzüme çarpa çarpa üzerime yürüyor burada. Kolsuz, bacaksız, gözsüz nice vatan evladının genç yaşta düştüğü anaların göz nurunu söndüren imtihanlar…
2. Hariciye hayatımın en etkili nutkunu okudu bana. Sadece odalarını süzerek süzüldüğüm koridor, hayatımın en engebeli yolları oldu. Yüreğim ayaklarıma dolaşarak yürüdüm.
Bu gece, yanında bomba patlamış bir askeri getirmişti arkadaşları. Bir gün ayağa kalkarsa başka bir insan olarak kalkacak. Tanınmaz haldeydi. Hafızamı ikide bir yoklayan bir kare: bir düğüm; Avucunda zincir vardı sıktığı, ucunda duâlar…
Anneler görüyorum. Çocuklarının burunlarındaki kiri çok gören anneler. Ne azâmetli dertlere dûçâr olmuş körpelerine titreyişleri, gözlerinden akan merhamet, sevgi belki bir hastayı iyi edemiyor ama işte bendeki gibi bir ölü kalbi diriltebiliyor.
Ve, kollarda değil; belli ki, hissettikleri gibi sıcacık bir yürekte sarılı bebeler. ..
Dedeler…sedyelerde, kurumuş bedenleri dünyadan kopmamak için çırpınan dedeler, nineler. Belli ki doyamamışlar. Belli ki emelleri var.
İşte gözlerimi bir dalgın göl kadar durgun kılan, yüreğimi alaf alaf közleyen bunca ibretâmiz sahnelerin önüme serilişini Allah‘ın bir lûtfu sayıyorum. İnsandaki en ulvî duyguların yalınkat ve mat bir disiplin içerisinde köreldiği, insanların bir kemiyetten ibaret hale geldiği askerlikte, bana en yüce duyguları besleyici bir pencere gibi hastanenin kapısını açtı.
Yüreğimi kuşatan soğuk duvarları falezleyen bu duygu çırpınışları ne bulunmaz an imiş!
Fevzi Amcanın çektiği acıları duvarlara yapıştıran çığlıklar, gençliğin, sağlığın, dünyanın; kısacası canın “emanet” olduğunun en yüksek perdeden kulaklarıma haykırılışı değil miydi?
Elbette anlayana…
Şimdi; bunca îkâz okyanusundan geçerken ürpertilere gark olacağı yerde, granitten blok kesilen gözler ve aynası olduğu kalpleriyle; ne kadar merhametten mahrum kalmış insan var etrafında.
Öyle ya, kalp vardır pamuk yığını gibi en ufak kıvılcımdan alev alır. Ve öyle kalp vardır ki örs gibi üzerinde demir döver, tava getirirsin de bir şey olmaz ona. Anlamaz.
Şu donuk dünya yerine dar da olsa sevgi dolu dost atmosferimi nasıl istediğimi düşündüm.
Derken kan duvarlarımı çınlatan, dâvûdî ve bir o kadar âsûde bir sedâ ile ürperdim. Ruhuma uzanan kelimeler oya işler gibi hâlime şekil veriyordu. Kırçıl Dedemdi bu:
“Evlâdım, sen herkesin kalbine âmir misin? O kalp taş diye sen mi ağlayacaksın?
Hissedebildiğin için şükrünü îfâ etme dışında üstüne vazîfe nedir?
Aynı ortamda, insanların bir kısmı müspet etkilenir yücelir, bir kısmı da menfi etkilenir, alçalır.
Meleklerden üstün olan da insan, hayvanlardan aşağı olan da.
Gözyaşı vardır kalbe akar, kalbi parlatır; gözyaşı vardır halka akar kalbi karartır. Gülmenin de ağlamanın da haddi vardır. Kalbi ile gülenin gözünde olur tebessüm; göbeği ile güleninse dudağında olur.
Kalple ağla, gözle ağlamak kör eder gönlü.”
Ve gitti. Yine geldiği yere gitti.
Sağ olasın Kırçıl Dede’m. Yine buyur.
Bana sürgünde de saâdet olabileceğini öğrettin.
Sürgünde ve mahkumken bile…
Bir yanıt yazın