Alevilik, Caferilik, Sünnilik ve dahası Hizbullah, Hizbuttahrir, Taliban, Ahrar, İhvan-ı Müslimin… birbirini müslüman bile saymayan ve hoşgörmeyen dini-siyuasi kimlikler….
Ülkemizde meydana gelen ayrıştırmanın bir boyutu da bu: dini fanatizmlerle kamplaştırma ve çatıştırma oyunu. Kerbela’nın yıldönümünde din temelli siyasal fanatizmleri deşmek ve açığa çıkarmak gerekliydi. Çünkü Kerbela’nın başlıca mesajı da bu olmalıydı.
İşte dini radikalizmin zihniyetini ve hatasını deşifre eden; tarih laboratuvarı eşliğinde sunulan Arslan’ın yazısı…
ZOR SINAVI BAŞARMAK
İslam tarihinde çıkan ve bir çoğu silinip giden fırkalardan , bugün görüşlerinin benzerine rastladığımız fırkaların ikisine değinmekte fayda vardır. Bunlardan birisi “Akılcı İslam” diyebileceğimiz Mu’tezile, diğeri de “Siyasal İslam” diyebileceğimiz Hariciye Fırkalarıdır.
DÜŞÜNCEYE HÜRRİYET , FARKLILIĞA TAHAMMÜL
Geçmişe bir bakınca , etki ve tepki şeklinde gelişen karşılıklı reaksiyonlar yerine serinkanlı bir müzakere ortamında her görüşe yeterince hak ve fırsat vererek diyalog sağlanabilse pek çok can ve zaman kaybedilmezdi herhalde diye bir ders almak mümkün olabilir, sanırız. Akılcı, İslamı savunanlar genelde ehli sünnetle mutabık idiler . Ama akla güvenmekte aşırıya gitmişlerdi. Kur’an’ın mahluk olup olmadığını tartıştılar. Sünneti bir önemi olmadığını iddia ettiler Sünnet müdafasını yapan bazı imamlara da , Eski Yunan Düşüncesinin etkisi altına aldığı İslam Dünyasındaki modalığında verdiği etkileyicilikle İktidarın resmi mezhebi haline geldikleri Abbasi ilk döneminde devlet eliyle zulmettiler . O görüşleri susturdular . Düşünce suçlusu ilan ettikleri İmam Malik ve İmam Eş’ari , sırf “kelamı itibariyle Kur’an mahluk değildir” dedikleri için hapse atıldı. Eziyet edildi.Buna tepki duyan halk da sünnet veya gelenek denen anlayışa dört elle sarılıp Mu’tezili anlayışı sarsmış ve iktidardan indirmiştir. Onları iktidardan indirdikten sonra bu sefer Mu’tezile’ye aynı baskıları karşı görüş temsilcileri uygulamıştır. Oysa devlet gücünün bir görüş adına diğer görüşü imha veya iteate teşbbüsünün , ahlaki olmadığı gibi tarih boyunca istenilen sonucu da vermediğinin anlaşıldığı günümüzde , hala, devletin Diyanet İşleri Başkanlığı , Diyanet Vakfı ve Bazı ilahiyat fakültesi yönetici ve hocaları eliyle , haklı bile olsa , bazı İslami kesimler üzerinde baskı kurarak , onları dışlayarak, yok etmeye veya itaat etmeye yönelik uygulamasının , bazı Kur’an tefsirlerini – haklı da olsa- medyanın ve idarenin mahkum ederek linç etme girişimin akli, ilmi, hukuki, ahlaki ve dini bir mesnedi olmadığı gibi , neticesi de , değişim yerine , tarihtekine benzer bir reaksiyonu hazırladığından her iki taraf için sadece zarardır. Onlar kendilerinden daha üstün bir görüş ortaya konularak mağlup edilmelidir. Bugün aklın ihmal edildiği doğrudur. Akla hak ettiği önem verilmelidir.Zira bugün , keşke mutezile tadil edilebilseydi, diyoruz.Ama Mu’tezile tecrübesinde yaşandığı gibi bir tepkiye neden olunursa , bu sefer yaşanan reaksiyon, tarihte olduğu gibi yeniden aklı tedavülden kaldırabilir. Tek çare vardır; bu gladyatör savaşını , bu tribünlere nutuk dönemini sona erdirip; aynen, metaların serbest sunumu gibi fikirlerin serbest sunumu dönemini açmaktır.Kongreler, konferanslar, senpozyumlar , paneller , açık oturumlar ve nihayet ittifak edilen metinlerin deklerasyonu gibi bugün yaygın bir medeni yolu kullanmak varken ; baskılar, dışlamalar, telkinler… ne akıl ve vicdan dışı , çağdışı, İslam dışı bir uygulamadır! Hata yapanlara da dönme fırsatı veren bir hoşgörünün hakim olduğu bir hür düşünce platformunda , cahil olanın , bağnaz olanın , gerici olanın , delili olmayanın kazanma şansı yoktur. Kaybettiği halde fanatiklikte inat ederlerse ne olur? Kendi dinlerine ederler ! Bu konuda zor kullanırlarsa , Şiddete baş vururlarsa ya ? O zamanda suç işlemiş olurlar, kanunlar gereğini yapar. Şu fikir anarşisinden , kafaların dağınıklığından , tahammülsüzlükten kurtulmak için tarih yeterince ders vermiyor mu? Belki bu reaksiyonun , düşünceye nizam verme teşebbüsünün dönemi içinde en masumu , medenisi, İmam-ı Gazali eliyle Nizam-ül Mülk’ün yaptığı Nizamiye Medreseleri yoluyla , eğitim aracılığıyla görüş birliğinin sağlanması yolu idi. Ama bugünün gözlüğüyle dönüp bakınca onun dahi doğurduğu ve bilim adamlarınca ortaya konan İslam düşünce zenginliğini sınırlamak gibi mahsurlar, düşünce hürriyetini savunmak için yeter nedendir.
Demek ki görüşümüzü savunurken mutedil olmak , elimizdeki devlet gücünü bir görüş lehine diğerini ezmek üzere kullanmamak ve düşüncelerin ifadesinden korkmamak gibi üç gereği yukarıdaki örnekten çıkartmış bulunuyoruz. Haricilik deneyiminden de konumuza ilişkin çıkartılacak sonuçlar vardır. Mutezile nassı ve kalbi nispeten ihmal etmişti . Hariciler ise aklı ve vicdanı saf dışı edip ,siyasi görüşlerine göre insanları mümin, kafir diye tarif eden kendilerine göre bir Kur’an – sünnet tevili yaptılar . Hz. Ali gibi bir ilim ve hikmet deryası da bunlarla mücadeleden İslam Medeniyeti’ni geliştirici tecrübeler ortaya koyma fırsatı bulamadı , maalesef. Anlamak açısından olaylar eşliğinde bu zihniyetin doğuşuna değinmemiz gerekmektedir.
LAFZİ DEĞİL GAYECİ , PARÇACI DEĞİL BÜTÜNCÜ BAKMAK !
Hz. Peygamber’in vefat’ı üzerine doğan anarşi alametlerini gidermek için halife seçimi acele yapılmalıydı. Müzakereler sırasında zikredilen “imam Kureyş’ten olur” hadisi üzerine diğer adaylar çekilir ve ümmetin en efdali kabul edilen Hz. Ebubekir’e biat edilir (1). İcraat imkanını iki yıl bulduktan sonra vefat edince , yerine tavsiye ettiği Hz. Ömer İslam, diyarını İran, Irak, Suriye fetihleri ile genişletir. İslam idaresi kurar ama Müslüman olan toplumların anlayışları bir anda değişmez. Mazileri bir anda silinemez. Arap kabileleri halifeye “kabile şefi” alışkanlığıyla bakıyor; hukukun üstünlüğü gibi bir “devlet” anlayışını kabullenemiyorlardı. Bu nedenle de ileride kabileci bir fanatizm ve anarşizim içine gireceklerdir. Devlet halifeden ibarettir onlar için . Mesela İran’da İslam öncesinde kralları yarı tanrı olarak algılarlardı. O nedenle bir “İmam-ı Masum” inanışı, halifeyi “Ayetullah” görme eğilimleri doğmuştu. Yorumlarını da buna göre yaptılar . İşte böyle güçlükler içinde İslam Medeniyetini içtihatlarıyla geliştiren Hz. Ömer oldu . Hz. Ömer’le benzeri anlayışla içtihat yapan Hz. Ebubekir iktidarının kısalığı ve irtidat hareketleriyle mücadele etmek zorunda kalması nedenleriyle , Hz. Ali ve fitne ve isyan hareketleriyle uğraşmakla dönemini geçirmiş olmasından Hz. Ömer kadar çok içtihat uygulaması örneği bırakamadılar . Fakat onlar da aynı anlayışın böylesi dönemlerde nasıl hareket edeceğinin örneklerini verdiler . İleride Haricilerin lafzi anlayışı ve düz mantıklı , parçacı yorumlarıyla yanlış Kur’an Te’vil etmelerine karşı mücadele edecek olan Hz. Ali’nin anlayışının örneklerini ; öncesinde Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’de daha sonra da İmam-ı Azam Ebu Hanife çizgisinde görüyoruz. Bu gayeci ve bütüncül anlayış anlaşılmadan hariciliğin nerede yanlış yaptığını kavramak güçtür.Örneğin Hz. Ömer gayri müslümlere ganimet dağıtımını durdurmuştu . Lafzen , ayetle emredilmiş olan bu dağıtımı durdurmasını harici ( gerici) mantık anlayamamıştır. Hz. Ömer’i , Hz. Ebubekir’i, Hz. Osman’ı ve Hz. Ali’yi suçlamışlar, hatta küfürlerle itham etmişlerdir. Çünkü bir Allah hükmünü iptal ettiklerini düşünmüşlerdir.Halbuki, Hz. Ömer , Müslümanlar arasında, müellef-i Kulüb yardımlarıyla gittikçe müreffeh hale gelen ve kafir kaldıkça daha çok rahat edeceklerini düşünerek gayri müslim kalmayı tercih ettiklerini yani bir ayetin indiği zaman kafirlerin Müslümanlığa ısınması ve İslam’ı tercih etmesi amacıyla koyduğu hükmün , ehl-i kitabın İslam olması için bir engel haline geldiğini görünce , İslam’ın yayılması önünde bir engel teşkil eden uygulamayı şartlar yeniden elverişli oluncaya kadar kaldırmış , bunu da sahabe-i güzin desteklemişti. Yine ayetle verilen gayr-i Müslim kadınlarla evlenme ruhsatını , Müslümanların mümin hanımları bırakıp gayr-i müslimlerle evlenmek adetine dönüştürmesi, hem evde kalan Müslüman hanımları üzüyor hem de ne de olsa bizimle evleniyorlar diye . İslamlaşmayı engelliyordu gayri Müslim hanımlar için . Bu nedenle bu ayetteki ruhsatı da iptal etmiş , yasak koymuştu . Bu ise Harici mantığı için anlaşılır değildi. Onlar cahil bedevi ve düz mantıklı idi. . Böyle yazıyorsa böyle uygulanmalı idi .Şartlar değişiyormuş, İslam’ın aleyhine kullanılıyormuş , Müslümanlar zarar görüyormuş… gibi “illiyet bağı kuran” ilim mertebelerinden uzaktılar.Bu anlayışları canlı değil , donuk bir şeriat düşüncesiydi ki , onlara göre şeriatı dinamik, canlı algılamak demek Allah’ın hükmünü değiştirmek , hatta iptal etmek demekti! Allah’ın hükmünü değiştirense kendini Allahtan üstün görüyordu. Allah’ın yerine hüküm koyucu tanıdığına göre de kafir, hem de putperestirler 1 Öldürülmeleri de haktır! İşte bu mantık sahipleri Peygamberimiz’in cennetle müjdelediği sahabeleri ve Hz. Ali’yi de kafir ilan edecek ve katledecektir!
CAHİLİYE DAVALARINA DÖNÜŞ
Hz. Ömer’den sonra iktidara gelen , yumuşaklığından kötü niyetlilerin çok istifade ettiği ve Kureyş’in Emevi kolundan gelen Hz. Osman , akrabalarına karşı düşkün olduğundan önemli valiliklere Ümeyye klanından tayinler yapmıştı. Hepsi Hz. Osman olgusunda olmayan akrabaları eski kabileciliklerinin kabarmasıyla iktidarda yer etmenin havasını atarak sokaklarda “savulun yoldan ( Kureyş’ten filan) geliyor” diye bağırma bid’atini bu dönemde başlatmışlardı. Bu kötü adet kötü bir damarın , kabileciliğin hortlamasına neden oldu. Cahiliye döneminde Kureyşle çatışma halinde olan Beni Temim, Rebia ve Yemen kabileleri mensupları bu tutuma tepki gösteriyor, Museviler ve Abdullah İbn-i Sebe de bu ayrışmayı kaşıyordu (2). Harici grupların bu kabilelerden oluşması , bir cahiliye dönemi kavgasının hortlamasından başka bir şey değildir. O mantıkları da bu niyetlerinin kamufle aracıdır. Hz.Peygamber daha son hutbesinde ısrarla bu hataya, cahiliye davalarına dönmemeyi aydınlatmamış mıydı? Bu kabilecilik, aslında meydana gelen bedevilikten ( göçebelikten) medeniliğe (şehirliliğe) doğru giden İslam yöneliminde; alıştıkları düzenin gelişmesi esnasında yeni düzene uyum sağlayamayan bir kültürel direnç ve durumlarının “iyi”leşmemesinin verdiği “kendini haklı hissetme duygusu” ile ilk fitnesini doğurmuştu: Hz. Osman’ın şehid edilmesi, Bu bedevilere Hz. Osman’ın katili kim , diye sorulduğunda “hepimiziz” cevabını verecek kadar fanatikleşmişlerdir.
CENNET VE GANİMET MÜCADELESİ
Hz. Ali iktidarı ilkin kabul etmese de aşırı ısrar ve biat sonucunda beş gün sonra kabul etmişti. İlk işi de siyasi rahatsızlığın kaynağı olan Emevi valilerini değiştirmek oldu. Kendisi Kureyş’in diğer kolundan, Haşimoğullar’ından olan Hz. Ali’nin emrine Şam valisi Muaviye itaat etmedi.Mektubunda “ Muaviye’den Ali’ye” hitabını kullanarak halifeliğini tanımadığı gibi kendi kabilesinden olan Hz. Osman’ın kanını Hz. Ali’den istedi. Yani bir kan davası güdülüyordu. Oysa daha veda hutbesinde Peygamberimiz bu batılları iptal etmiş , Kur’an ve sünnette birleşmeyi emretmişti. Devlet idaresini sağlamlamak üzere , Hz. Ali ilkin Cemel vak’ası’nda Hz. Aişe ile karşılaşır. Galip gelir. Ordusundaki , bedevilerin esir ve cariye alma , yağma ve ganimet arzusunu bastırır, reddeder.Hukukun üstünlüğünü gösterir. Bundan sonra Muaviye üzerine yönelir. İki ordu sıffin’de karşı karşıyadır. Hz. Ali daha gönülden bağlara dayalı bir idare ile ordu sevk ederken , muaviye düzenli ve emre bağlı bir ordu yönetiyordu. Hz. Ali cennet vaat ederken , Hz. Muaviye ganimet dağıtıyordu.
MEŞRUİYETÇİLİK VE MAKYAVELİZM KARŞI KARŞIYA
Hz. Ali meşruiyetten ayrılmamayı , savaş hukukuna riayeti diretiyor, kadınlara dokunmamayı, ganimete el sürmemeyi emrediyorken , Muaviye her yolu meşru görüyordu. Örneğin ilk çatışmadan önce su kontrolü Muaviye’deydi ve Hz. Ali’nin ordusuna su vermemişti. Su kaynağı Hz. Ali’nin kontrolüne geçince suyu Muaviye ordusundan esirgemedi. Çünkü Hz. Ali “ Karşımızdakiler müslümandır, kardeşlerimizdir” diyordu. Hukuka bağlı , devlet adamı gibi davranıyordu . Bu esnada düellolardan birisinde Hz. Ali tarafında savaşan Hz. Ammar’ın öldürülmesi Muaviye taraftarlarını iyice sarsmıştı. Çünkü Hz. Peygamber’in Ammar’ı öldürenlerin cehennemlik olduğuna dair hadisi dilden dile dolaşıyordu. Tam bir moral bozgunuydu bu. Fakat Hz. Muaviye de magoji sanatının şahika bir örneğini verdi: “Ammar’ı biz değil, bizimle savaşmaya buraya getirenler öldürdü.” Askerler de bu fikre – işlerine geldiği için- hemen inanmış slogan atıyordu: Ammar’ı Ali öldürdü! Tam bu esnada Amr b. As’ın aklına “tek” çare geldi. Kur’an mushafını beş mızrağın ucuna asıp saldırıya geçtiler . Bedeviler , bu basit taktiğin tuzağına düşecek kadar cahil , ama samimi Müslümanlardı. Hz. Ali’nin “Mushaf’ı mızraklarına taktıklarına bakmayın Kur’an’ı çiğneyenler onlardır, savaşın” uyarısını dinlemeyerek “Biz Kur’an’a karşı savaşmayız.” Diye direttiler . Hz. Ali’yi hakem tutmaya zorladılar.Bütün reddine rağmen bu cahillerin dar kafalarını ikna edemedi. Hz. Ali razı oldu. Fakat bu sefer de Hz. Ali’nin seçtiği üslup ve siyaset bilen hakemi değil yaşlı ve saf bir insan olan Ebu Musa’yı hakem yapmak için şart koştular. Neden? O daha takva sahibidir, ibadete düşkündür diye! Burada aranan ölçü bu olmamalıydı. Ama Hz. Ali’yi bu karara mahkum ettiler . Muaviye’yi temsil eden kurt siyasetçi Amr İbnul As , Ebu Musa’yı tuzağa düşürüp Hz. Ali’nin halifeliğini iptal ederek Muaviye’yi emir ilan edince ; aynı gurup bu sefer “Hüküm Allah’ındır” sloganını atmaya başladılar . “İnsan hakem olamaz , Hz. Ali bir insanı hakem tayin etmiştir ve bir insanı Allah yerine hüküm koyucu tayin ettiği için Hz. Ali kafir olmuştur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kafirdir” , dediler . “Hakemi kabul ettiği için Muaviye de Hz. Ali gibi kafirdir” dediler. Hz. Ali’nin durumu ne zordu. Karşı tarafta kötüye kullanılan ilim ve kurnazlık , kendi safında cahil, düz mantıklı yobazlık!
HZ. ALİ’NİN MÜTHİŞ CEVABI
Hz. Ali’nin önüne de gelerek binlerce kişi bu sloganı attı: “ Hüküm Allah’ındır.Tövbe et Ali” Ve Hz. Ali bunları şu hikmet , ilim , adalet ve vuküfiyet dolu cevabı verdi: “Hüküm Allah’ındır sözü kendisiyle batıl kastedilen hak bir sözdür. Evet hüküm Allah’ındır ama bu sözle “ emirlik ancak Allah’ındır” denmek isteniyor. Halbuki insanlar içinden ister müttaki olsun , ister fasık olsun, mutlaka bir emie gerektir ki müminler onun emrinde çalışsın , kafirler hayatlarını sürdürsün , Allah onunla vadeleri tamamlasın, vergiler toplansın düşmana karşı durulsun , yollarda emniyet sağlansın, zayıfın hakkı güçlüden alınsın , iyiler kötülerden korunsun . Hakem olayına gelince ; hakemi ben karşı dururken siz istediniz , üstelik istediğim hakemi göndermeme de izin vermediniz. Tayin ederken elbette ben Kur’an’ı tayin ettim. Ama Kur’an insanlar aracılığıyla dile gelir. Onun için birisini tayin edecektik . Muaviye ile aramızdaki meseleye gelince bu rey ve siyaset ihtilafıdır, bundan dolayı kafir olunmaz.”(3)
Hz. Ali’nin halen ikaz niteliği taşıyan bu sözleri Haricilerin düz mantığının alamayacağı kadar akla, kabileci fanatizmlerinin kaskatı kıldığı kalplerine işlemese de vicdana ve sırf lafza bakarak yaptıkları saçma te’villeri çok aşan düzeyde nassa uygun olmasına rağmen onları etkilemedi.. Bu kaba insanlar rey ayrılığı inceliğini nereden anlayacaktı! Ya kafir , ya Müslümansın o kadar.Hz. Ali Küfe yolundayken öğrendi : En sevdiği sahabelerden Abdullah İbn-i Habbab , dokuz aylık hamile hanımı ve yanındaki dört hanım yolcu Hariciler’ce yolları kesilerek öldürülmüştü. Hz. Ali’nin ciğeri dağlanmıştı.
TAKVA VE CİHAT BUYMUŞ !
Onların öldürülüşü ayrıca Harici fanatizmini anlamak açısından ibaretlikti. Yolunu kestiklerinde “Eğer sahabi isen bize bir hadis söyle demişlerdi.” O da “ Bir fitne çıkaracaktır o gün oturan ayakta durandan, yürüyen konuşandan daha iyidir.Öldürme imkanına sahip olan kimse sakın katil olmasın” hadisini söylemişti. Abdullah’a ilk üç halifeyi sordular . O üçünü de övdü. Burada pek sorun yoktu. Hz. Ali’nin hakeme müracatını haklı bulup bulmadığını sordular ki asıl buna göre “mü’min – kafir” ayrımını yapıyor ve katle karar veriyorlardı.Elbette bir sahabe olan Abdullah , Hz. Ali’nin görüşünün karşısındakilerin fikrinden üstün olduğunu düşündüğünü söyledi. Fakat sınavı kaybetmişti. O’nu öldüreceklerini söylediler . Kollarını arkadan bağlayıp öldürmek üzere bir hurmalığa götürdüler . Bu sırada yere düşen bir hurmayı yiyen Hariciyi diğer Hariciler “bu hurmayı ücretini ödemeden ya da helal ettirmeden nasıl yersin? Haramdır.” Bunun üzerine Harici ağzından , yemeden çıkarttı hurmayı . Az sonra bir hristiyanın domuzu yanlarından geçerken bir harici kılıcını çekip domuzu öldürdü.Bir kafirin domuzunu öldürmekle fitne çıkarttın diye diğer hariciler bu arkadaşlarını öldürmeye kalkıştı, ama sahibini bulup helaleşeceğine yemin ederek ancak canını kurtardı domuz katili . Bu tabloları gören İbn-i Habbab ümitlenmişti : “ Vallahi şu gördüğüm haller doğru ise siz bizi öldürmezsiniz . Zira ben elhamdülillah müslümanım ve İslam’da bir kötülük işlemedim” dedi.Fakat yanılmıştı. Hariciler “boynunda asılı kitap seni öldürmemizi emrediyor” diyerek boynunu , hadiste geçtiği biçimiyle “koyun boğazlar gibi” kestiler . Hamile karısını da “kafirin çocuğu da kafirdir” diyerek karnındaki çocuğuyla öldürdüler . Halbuki Hz. Ali’nin dediği gibi kendilerinin çoğu doğduklarında kafir çocuğu olarak dünya’ya gelmişlerdi. Bir hurma konusunda ne kadar hassaslar, ama bir hristiyan domuzuna verdikleri değeri kendi görüşlerinde olmayan bir müslümandan , hem de sahabeden üstün tutacak kadar da akılsız ve sapık itikatli insanlardı. Takvaya ve cihad’a bakın ! Sordukları sorular sadece siyasi tercihti. Devlete ( Hz. Ali veya Hz. Muaviye yönetimine) bağlı ve iteatkar iseniz öleceksiniz! Kıstas bu. Düz mantıkla ve lafzi bir yorumla te’vil ettikleri “ Allahtan başka hüküm koyucu yoktur!” ayetine dayanarak terör estiriyorlardı. Hatta bir gün Hz. Ali’yi sabah namazına giderken yine bunlar şehit edecektir. Hz. Ali’ya peygamberimizin Hz. Ali’ye söylediği rivayet edilen “Ben Kur’an’ın tenzili için mücadele ettim sen de te’vili için edeceksin” hadisi gerçek oluyordu.
HARİCİLİK MANTIĞI , ŞARTLARI DOĞUNCA HAREKETE GEÇER
Hariciler cahil ve geniş halk kitlelerini temsil ediyordu. Bedevi idiler. Bilgileri kıt, muhakemeleri dar , kabileci, aralarında alim kimse olmayan , Müslüman olmayı kendi grup ve görüşlerinden olmayla özdeşleştiren, devlet karşıtı, sadece kendilerinin hakim olduğu bölgeye Dar-ül İslam diyen, Hz. Ali ile münazaralarında açıkça yenildikleri halde iddialarından dönmeyen , fanatik kafalı, kesin ve kör bir inançla birbirine bağlı, anarşist ruhlu, bırakın kendilerine karşı olmayı , desteklemeyeni dahi kafir ( düşman) ilan eden isyancı, eylemci bir güruhtur. Bu bir zihniyettir. Bu tarzda şartlanmış bir kafa tek başına da harekete geçebilir . Emir almak zorunda değildir.
Haricilik tecrübesi şunu gösteriyor; toplumsal değişmenin hızla gerçekleştiği dönemlerde özellikle tarihin sürecin aleyhine işlediği toplumsal yapıların mensupları, bir yandan değişmeyi görür ve yozlaşma olarak yorumlarken diğer yandan bu değişmede ezilen sınıf olarak kendi etnik kimliklerini tespit ederlerse ; bir sosyolojik tepki olarak siyasal yapıya başkaldırma eğilimine girerler . Bu da örgütlü bir propagandayla buluşursa ve propaganda bir de “din” gibi bir kabulden besleniyorsa tehlikeli bir hal alır. Niyet önemlidir. Kullanılan dilde,ifade edilen ideoloji ve fikirde haklılık ve mantık aranmaz.Vicdanen suç değildir yapılanlar. Bir ibadet huşü içinde eylem yapılır. Çünkü asıl tepki nedenleri başkadır.Gerçek duygular söylemde değil eylemde ortaya çıkar . Bir de bu değer yargıları aşağılanıyorsa yani etnik kimliği ve dini itikadına ters gelen iddialarla rahatsız ediliyorsa kendini rahatsız eden odağa karşı iyice şiddet eğilimine girer . Zaten konuşacak bir meselesi değil alınacak bir hıncı vardır. Hele bir de bunun sembolü bir şahıs bulursa hedefini seçmiştir.
GERİCİ ZİHNİYET HORTLAMASI
Harici zihniyet tarihin bir safhasında kalmış değildir. Aramızdadır. Yaşamaktadır ve yaşayacaktır. İslam toplumlarına has da değildir bu zihniyet .Bazı bilimsel veriler Meksika’da Zapatizm ekolü , Hindistan’daki bazı tarikatlerle Mısr’daki Tekfir ve Hicret hareketleri ve Şii Lübnanlıların odaklandığı Hizbullah arasında ; apayrı coğrafyalarda , apayrı dinler içinde doğsalar da “ortak harici özellikler” bulmuşlardır.Dilleri ve eylemleri sosyolojik olarak aynı şartların ürünüdür ve çok benzemektedir.Türkiye gibi metropollerinin etrafını taşralı varoşların sardığı , ilçelerinden köylerine , batısından doğusuna doğru gittiğinizde 21. Yüzyıldan 15. Yüzyıla doğru seyahat mı ediyorum , duygusuna kapıldığınız ve 1984 yılından bu yana baş döndürücü bir değişim yaşayan ; ve çatışmanın her türlüsünün her boyutta var olduğu bir toplum içinde yeterli dini ve siyasi zemini yakalamış bulunan PKK gibi , Hizbulvahşet gibi bir takım örgütlerin ve eylemlerin doğması beklenilir bir “harici hortlaması” idi. Nasıl ki Haricilik gay-i Müslim ve münafıkların ekmeğine yağ sürmüştür; her harici zihniyet bölücü olduğundan o toplumun düşmanlarının bir kısmının ekmeğine de yağ sürmüş olabilir.
Harici zihniyetine ve tecrübesine bakarak pek çok ders almak mümkündür. Ancak burada vurgulamamız gereken bir nokta da ; şiddetin kendisinin doğduğu bir sosyal süreç ve ortam bulunduğu ve terörist şiddetin hiçbir din ve ideolojiye bağlı olmaksızın kendisine ait bir mantığı ve ideolojisi olduğudur; terörün imanı olmadığıdır.
Bir yanıt yazın