AGNOSTİZMİN PANZEHİRİ MATURİDİLİK VE HAÇLI SALDIRILARI
Osman ARSLAN
Türkler 1071 Malazgirt Zaferi’nden dört yıl sonra 1075’de Konsil Kenti İznik’i başkent ilan etti. Papalık 1095’de Haçlı Seferlerini başlattı. Haçlı Seferleri 1272’de son buldu, 1299’da yine İznik dolaylarında Osmanlı Devleti kuruldu. Böylece iki asır sonra Selçuklu’nun emeline Osmanlı hayat vermiş oldu.
Müslüman Türklerin Ortadoğu’ya inişiyle başlayan ve iki yüzyıl boyunca 8 defa gelen Haçlı akınlarını Selçuklu Hanedanı önderliğindeki Türkler yüzbinlerce şehit vererek göğüsledi. Dahası, Hedefi Kudüs olmadığından “Haçlı Seferi” sayılmasa da birleşik Haçlı kuvvetleri Papalık’ın destekleriyle 16. Yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı hanedanı önderliğindeki Türklere saldırmaya devam etti. Osmanlı da her saldırının bedelini Batı’ya doğru daha ileride önlem almak yoluyla ödetti.
ARAP VE FARSLARA DEĞİL NEDEN TÜRKLERE?
Öte yandan, aynı coğrafyada yaklaşık beş asırdır durmakta olan Müslüman Araplar ve Acemler batmıyordu Papalığa da neden Türkler bu kadar rahatsız ediyordu? Araplar ve Farslar Müslüman mı değildi de Türklere saldırıyorlardı? Urfa, Antakya ve Kudüs’ün kutsal olduğu 4 asır sonra mı akıllarına gelmişti? Kudüs, 7. Asırdan beri Müslümanların elindeydi zaten! 11. Asrın sonunda Haçlı Seferine çıkmak neyin aklıydı?
Acaba nedendi Türklere bu husumet? Arap ve Fars Müslümanlığı ile Türk Müslümanlığı arasındaki fark neydi ki, Türkler Batı’yı bu derecede korkutuyordu? İslam, aynı İslam değil miydi?
Değildi, bugün de değil!..
Zaten meselenin püf noktası da burada. ‘Türk Müslümanlığı’ Batı’nın korkulu rüyasıdır! Nedenine ve nasılına gelmeden önce bir hususu daha vurgularsak meramımızı daha rahat anlatabileceğiz:
BEKA DAVASI: MİLLİ OLACAKSIN
Daha önce ele almıştık: Devlet, hayatiyetini tehlikeye atan unsurları tasfiye etme kararında. Bunu, ulusalcılaşan/millileşen/yerlileşen bir duyarlılık üzerinden “terör örgütlerine ve kökü dışarıda yapılanmalara” karşı tavizsiz biçimde yürütmektedir ve yürütecektir. Artık gayr-ı milli olmak, emperyalistlerin yörüngesinde konuşmak bile kabul edilemeyecek, psikolojik de olsa baskı görecek, aşağılanacak bir hal alacaktır. Onurlu bir ülkeye yakışan da budur zaten.
DİNİ YAPILANMALAR DA YERLİ OLACAK
Devletin beka kaygısının diğer ayağı “dini yapılanmalar”dır. Bu nedenle din anlayışı ve örgütlenmesi yeniden ele alınmaya başlanmıştır. Bu yönde başlatılan çalışmalar cemaat ve tarikatları ortadan kaldırmayı değil ama onların öğretisini reddetmeyi içeriyor, öğretilerini yeniden düzenlemeye zorlamayı öngörüyor. Bunu haber alan dini gruplar da bu değişimin öncüsü olan Sayın Erdoğan’a yönelik çıkışlar yapıyorlar. Son yaşanan “İslam’ın güncellenmesi” söylemine neden olan ve ardından gelen tartışmaların arka planında bu gerçek vardır.
Pekiyi, devletin değiştirmek istediği ‘yanlış dini öğreti’ nedir?
İTİKAT-AMEL SIRALAMASI DEĞİŞTİ
Türkler için kökeni 13. Yy.’a kadar gitse de egemenliği 16. Yy.da kurulan bir yanlışlıktı bu. İslam vahyine eşlik eden Peygamber uygulamasını düşününüz: 11 yıl itikadi temizlik, arınma, iman şuuru ile geçen Mekke dönemi boyunca ameli meseleler neredeyse gündeme gelmemiş, daha sonra gündem olmuştur. Yani, itikadın amele göre ne kadar ehemmiyetli olduğu aşikardır. Fakat günümüzde dini eğitim ilk andan itibaren ameli pratiklere ve şekle endekslenmiş durumdadır. İtikat eğitimi neredeyse yok gibidir. ‘Allah telakkisi’ olgunlaşmamış insanlar Allah’a ibadet eder olmuştur. Yani İslam eğitim modeli tersyüz olmuştur.
Devlet işte tam da buraya müdahale ediyor.
AGNOSTİK FETİŞİZM
Devlet, din aracılığıyla kendisi tehdit edilince harekete geçti: Şöyle ki, dini gruplarda itikadi prensiplerin yerini ‘dini liderin ezoterik söylemleri’ alınca, bazı dini gruplar ‘agnostik fetişizm’in ellerinde boğularak şeklen Müslüman kalır durumlara düşmüşlerdir.
Bunun siyasi sonuçları vardır: Dini lidere ilahi bir yaklaşımla bağlanma, lider düşmanın kontrolüne girdiği anda bir “yıkıcı-bölücü tehdit” halini alabilmektedir. FETÖ yapılanmasına ilişkin analizden devletin ulaştığı sonuçlardan biri de budur. Ve bu gözle inceleyince görmüşlerdir ki yetkililer, kayıtsız şartsız lidere itaat üzerine kurgulu dini cemaatlerin tamamında ‘potansiyel olarak’ bu tehlike mevcuttur! Sadece cemaatin liderini düşmanın ele geçirmesine kalmıştır her şey. O nedenle devletçe bu potansiyel tehdidi ortadan kaldırma kararı alınmış gözükmektedir.
TEHLİKE: DİNİ AŞIRILIKLAR
Dini gruplar ve diğer Müslümanlar, mürşitler, mürebbiler, rehberler ve muallimler edinebilecektir; ama sadece Allah’a kul olmalarını sağlayacak bir eğitim verilecektir artık. Yani, ‘Mü’min özgür bireyler’ çoğaltılacaktır.
Tam da Anadolu Vakfı Kültür Yayınları Dizisi arasında çıkan “Anadolu’nun Hayat Müdafaasında Gerçek Cephe: Dini Aşırılıklar ve Selefi Akım” adlı kitabımız zamanlaması ve konusu bakımından bu gündeme isabet etmektedir: Millilik/yerlilik ve itikadi temele dayanan dini pratik.
BİD’ATLERLE HESAPLAŞMA
Bizde bir hastalık var: Birine büyük dedik mi kutsuyor, dokunulmaz kılıyoruz. O’na söz edilemiyor. Oysa her faninin hatası, yanlışı olmaz mı? Bu topraklar bir gün; itikat eksenli İslam’ı yaşamaya döndüğümüz gün bazı efsanevi büyükleri de sorgulayacak, oralardan tevarüs eden agnostik bid’atlerle hesaplaşmayı başaracaktır. Ancak o vakit Ahi Evran’ların, Şeyh Edebalı’ların ve Yunus Emre’lerin gerçek yolcuları olacağız milletçe.
O SOYSUZ DAMAR!
Büyük Endülüs Medeniyetini kurutan soysuz damarı kendi vücudumuzdan söküp atmadıkça, Büyük Selçuklu Medeniyetini çürüten köksüz zihniyeti tarihe gömmedikçe, Koca Osmanlı Çınarı’nı içten içe kemirerek yıkan iğfalci hainliği baltalamadıkça bu millete ve bu ümmete bir gelecek yoktur!
Zaten 17. Yüzyıldan bu yana gittikçe ilerleyen perişan ve pespaye halimiz başka nedene dayanmıyor.
İşte Haçlı Seferlerinin durma sebebi de tam buradadır!
KİLİSE AGNOSTİK DÖNÜŞTÜRÜCÜ
Hrıstiyanlık, agnostik (sırcı, temessülcü, teslimiyetçi) bozulmanın kurbanı olduktan sonra agnostizme dönüştürücü merkez haline bürünmüştür. Böylece ezoterik bir dine dönüşen Kilise için Agnostizme kapılan her dini oluşum kardeştir, tehlike değil yandaştır. Papalığın ana teolojik çabası bu dönüşümü sağlamaktır. Agnostik felsefe bir nevi uyutucu, uyuşturucu etkisi yapar. İnananları körü körüne bağlar, gerçeklikten koparır. Marks’ın Kilise kaynaklı bu nitelikteki inanç yapısına atfen “din afyondur” tespiti hiç de yabana atılır bir yaklaşım değildi.
SÖZÜMÜZ TASAVVUFA DEĞİL
Agnostizm ile neyi kastediyoruz? Bu kavramı Türkçede “tasavvuf” diye karşılayanlar olduğu için açıklamakta yarar olabilir. Biz, Türklerin itikadi ilkeler içinde oluşturduğu bir nefis tezkiye ve manevi tecrübe yolu olan sufi ocakları hürmetle karşılarız. Ancak zamanla tasavvuf adı altında Allah’ın zatına varan açıklamalarla (Panteizmin tezahürü Vahdet-i Vücut teorisi gibi) aşırılıklar ve şeyhlerini ilahi niteliklere bürüyen sapmalara atfen agnostisizmi kullanıyoruz. Ki, “Kilise dini“ de tam olarak bu öğretileri taşır. Agnostikler, sezgi, rüya, ilham gibi yolları haber kaynağı kabul eder, vahyi bir kenara koyarlar.
TÜRK MÜSLÜMANLIĞI AGNOSTİK DEĞİLDİ
Hristiyanlarla iç içe yaşayan Fars ve Arap Müslümanlıkları kısa sürede bu dönüşümü yaşadılar. Batlamyus teorileri bile itikat olmuş, inanışları gerçek dünya bağlamından neredeyse kopmuştu. Emevi ve Abbasi hükümdarları, istisnai bir kaçı hariç bu kültürel işgale direnmediler; zira iktidarlarını perçinlemeye yarıyordu.
Fakat yeni Müslüman olan Türkler öyle değildi İslam’ı ruhlarına zerk eden kaynak Türkistan’ın Hrıstiyanlığa uzak topraklarından geliyordu. Dünyanın bu çeperinde, bozulmamış, halis bir din edindiler. Yüksek manevi ürperişlerle dergahlarda Allah’a bağlanırken Maturidi Akaidi’nin aklı önemseyen yaklaşımı ve Hanefi Fıkhı’nın şartlara göre güncellenebilen esnekliğine yaslanan bir din kültürü geliştirdiler. Bu Alperenler, siyasetlerine karışmayan, otorite kullanmayan, imtiyaz kabul etmeyen mütevazı manevi liderlerin makbul duaları altında, dergahlarında pişerek ilerlediler.
İÇİ EŞ’ARİ OLAN MATURİDİLER
Fakat onları da bekleyen kötü bir akıbet vardı. İlkin Nizamiye Medresesi öğrencileri tarafından Arap topraklarına yayılan, asırlara ilerleyen süreçte Osmanlı yöneticilerini çıkaran Balkanlara da erişen agnostik aşırılıklar “sufi” kılığı altında yer edindi. Bu ekolü taşıyanlar “sezgi”yi bilgi kaynağı kabul etmeyen Maturidi öğreti ile söylemlerini kabul ettiremezlerdi. Maturidiliğe en yakın, ezoterizme (sezgi ve sırlar dünyasından yönlendirilmeye) en müsait itikadi form olan Eş’arilik inanışlarını bu nedenle işlediler, yaydılar. Artık “Maturidiyim” deniyor ama Eş’ari inanışları ile hareket ediliyordu. Geçirilen dönüşüm kanıksanmış, Maturidi yoldan kopulduğu fark edilmiyordu. 16. Asır sonlarıydı.
VE ÇÖKÜŞ
İşte asırlar süren aşındırma ile bunu başardıklarında Türk Müslümanlığı da kendisini Acem ve Araplar gibi agnostik felsefeye teslim etmiş oldu. Papalık Haçlı saldırılarını o vakit kesti. Artık aramızdaydılar. Papalık içimizde, okullarımızda, ruhlarımızda, zihinlerimizde geziyordu. Böylesi Müslümanlar asla tehdit olamazdı. Uyuşturulmuştuk.
Osmanlı Çınarı içten içe çürüdü. Özünü ve istikametini yitirdi. Hedefiyle değil birbiriyle uğraşır oldu. Gaybtan(!) haber veren, rüyada Allah ile konuşan(!), dünyalık planlara dalan din bezirganları birer baş belası kesildi. Hemen hemen hepsi de zamanla İngiliz kuklası birer ihanet şebekesine dönüştü.
DİRİLİŞ İÇİN MATURİDİLİĞE DÖNÜŞ DENEMELERİ
Abdülhamit Han, kendisi doğrulardan taraf olup tasavvufa dahil olurken yanlış yolda olan agnostiklerle (aşırı giden sufilerle) savaşarak bu mücadeleyi yürütmeye çalıştıysa da köklerini kurutamadı. Cumhuriyet kurulduğunda, çareyi bu ocakları ayırt etmeden tümden kapatmakta aradı. Hem Abdülhamit Han, hem de İlk Cumhuriyet dönemi yöneticileri Maturidi-Hanefi anlayışı diriltme girişimlerinde bulundu. Özel sipariş eserler yazıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı bu anlayış üzere kuruldu. Bütün çaba ‘Osmanlı’nın kuruluşundak halis ruha, ‘Türk Müslümanlığı’na dönebilmek içindi. Diriliş içindi.
İlkinde İttihat ve Terakki, İkincisinde İnönü CHP’si bu çizgiyi terk ettiler, bu mücadeleyi önemsemediler. Bu ihmalleriyle İttihat ve Terakki Kurtuluş Savaşı’na, İnönizm ise önce halk arasında asimetrik yayılan sonra bir dış istihbarat servisi desteğinde bu ‘zihniyet potansiyelini toplayıp örgütleyerek’ hain 15 Temmuz darbesine dönüşen gelişmelere kuluçka oldu. Papalık her iki gelişmeyi de destekledi.
YENİDEN DİRİLİŞ ÇABASI
Bugün, 15 Temmuz sonrası yeniden Maturidi-Hanefi çizgiye dönmenin çabaları gösterilmektedir. Devlet, sivil çıkışlı Maturidi-Hanefi anlayışı destekleyen çalışmaları dört bir koldan teşvik etmektedir. Gerçekten, doğru yolun bulunduğu, geçmişteki deneyimlerden de hareketle benzer hatalara düşmeden basiretli bir çabayla bu sefer başarma dirayeti görülmektedir yönetimde.
Bu girişimin kabul görmesinde en önemli faktörün Sayın Cumhurbaşkanı’nın ve dönüşümü talep eden siyasal iktidarın dindar kimliği olduğunu önemle vurgulamak gerekir. FETÖ gibi bir hareket karşısında eğer dindar bir kişi mücadele ediyor olmasaydı bunu dindar kitlelere anlatmak mümkün olmazdı.
‘İÇ SES’ OLARAK ERDOĞAN BİR ŞANS
Sayısız dini cemaati karşısına alan bu girişim din konusunda samimiyetine inanılan bir lider tarafından yürütülmeseydi şu anda kıyamet çoktan kopmuş, bir büyük dip dalga yola çıkmıştı! 12 Eylül bunu denemiş, dip dalganın cevabı Turgut Özal olmuştu. 28 Şubat bunu denemiş, dip dalganın cevabı Recep Tayyip Erdoğan olmuştu. Şimdi, o cevabın; Erdoğan’ın kendisi bir ‘iç ses’ olarak bunu dile getirmektedir. Ve kanaatimizce, devlet sonunda doğru yolu bulmuş gözükmektedir.
UFAK FARKLARIN BÜYÜK SONUÇLARI
Diyebilir ki bazı dostlarımız, “Kendine Maturidi dediği halde fark etmeden gerçekte Eş’ari inanışları taşıyacak kadar benzeş iki itikadi ekolün hangisine müntesip olduğunun ne kadar önemi olur?” “İkisi de hak, ha Maturidi, ha Eş’ari” denebilir?
Bu soruyu, iki itikadi görüşün arasındaki bazı farklara değinerek kısaca şöyle yanıtlayabiliriz:
BİLGİNİN KAYNAĞI VE AGNOSTİZME KAPI
Örneğin Maturidilik “Senden evvel (peygamber olarak) gönderdiklerimiz şehir halkından kendilerine vahyeder olduğumuz erkek adamlardı.”(Yusuf, 12/109; ayrıca bk. Nahl 16/43; Enbiya 21/7.) ayetinden hareketle peygamberliğin sadece erkeklere verildiğine hükmeder, Kur’anda bahsi geçen takva sahibi kadınların evliya (Allah dostu) olduğunu söyler. Eş’ariler ise Hz. Meryem’e ilişkin bazı (Âl-i İmrân, 3/42; Meryem 19/16-19) ayetlerden onun ‘nebi’ olduğu kanaatine ulaşmışlar, Havva, Sare, Hacer, Asiye ve Musa’nın annesi olmak üzere 6 kadın için nebilik olduğunu düşünmüşlerdir. Böylece “Kadından peygamber olur” demişlerdir. Bu görüş ayrılığının kadın-erkek meselesi dışında bir sebebi ve sonucu vardır: Hz. Meryem’i ve diğer beş kadını Peygamber kabul ettiğimiz anda vahiy verilmeden, farklı yollarla (rüya, sezgi, ihsan..vs.) Allah’tan bilgi alınabileceğini kabul etmiş oluruz ki bunun sonucu agnostizme kadar gidebilen bir açık kapı doğurmaktadır.
MESULİYET DUYGUSU VE SORUMSUZLUK KAPISI
Örneğin Maturidilik cüz’i irade (sınırlı kendi dileme) yetisinin insanda müstakil(bağımsız) olarak bulunduğuna inanır. Eş’arilik ise böyle müsakil bir iradenin olmadığına, Allah tarafından sonradan yaratıldığına inanır. Bu durumda, örneğin trafik kazası Eş’arilerde takdirden (Allah’ın dilemesinden), Maturidilerde taksirden (kişinin kusurundan) kaynaklanır. Eğer o kazada ölüm olmuşsa, Eş’arilik maddi kayıpların giderilmesi ve para cezası gibi hukuk davaları ile yetinir. Maturidilik ise bunun yanında kusur tespitine göre cinayet işlemiş gibi ceza muhakemesine konu eder. İtikattaki bir ufak farkın ne büyük sonuçlar doğurduğunu; Eş’ariliğin daha sorumsuz davranmaya yol açabileceğini, buna karşın Maturidiliğin “mesuliyet duygusu”nu yükseltici etkisini açıkça görebiliyoruz.
ALLAH’IN KEYFİLİĞİ VE AHLAKİLİĞİ
Üçüncü bir örnekle, çoğaltılabilecek farklılıklar bahsine son verelim. Eş’ariler Allah’ın fiillerinin (işlerinin) bir sebebe, hikmete, kurala (akla hitap etmeye ve ahlaka sahip olmaya) mecbur olmadığını savunur. Çünkü Allah dilediğini yapar, sorumluluğu da yoktur, derler. Maturidilik ise Allah’ın her işinde bir hikmet (akla yatkın sebep) olduğuna ve Allah’ın bir ahlaka (iç tutarlılığa- sünnetullaha) sahip olduğuna inanırlar. Çünkü Allah abesle (boş işle) meşgul olmaz, derler. Bu farklılık, iki farklı nsan tipi doğurur: Allah’ı keyfi olarak, sebepsiz her şeyi yapabilen, Allah’tan haber aldığına inandığı kişinin (dini otoritenin) de keyfi davranabileceğini kabul eder. Her ne emrederse sebebini ve sonucunu düşünmeden, sorgulamadan itaat eder. Maturidi itikadındaki kişi ise, dini otorite de olsa kurallara uygun emir verip vermediğine bakar, inancına ters olan emri uygulamaktan kendisinin de mesul olacağını bilir; akli ve ahlaki davranmaya mecbur kalır.
MATURİDİLİĞİN ÖNEMİ VE ZORLUĞU
Bu iki farklı hak mezhepten doğan iki farklı insan ve toplum modelinin nasıl birbirinden farklı olduğunu; Agnostizmin Eş’ari inancında nasıl yuvalanma zemininin mevcut olduğunu görmek mümkün olmuştur sanırız. Matıuridilik işte bu denli önemli bir taleptir.
Maturidiliği istemek kolay olabilir. Zor olan şurasıdır: Neredeyse 400 yıldır tam anlamıyla Maturidi yetişmeyen bir topluma/bir ümmete bunu nasıl anlatacaksınız, kim anlatacak? Bu hususları ve önemini kavramış kaç din adamı/alim/aydın var şu anda?
ZORLUKLAR DAĞ GİBİ
Sadece Eş’ariye değil mesele; “Ehl-i Rey” ana başlığı altında birleşen Hanefilik, Maturidilik ve Mutezile ekollerinden Mutezile’yi ayırmak hiç de kolay olmayacak! Maturidiliğin ‘nassı esas, aklı muteber’ gören yaklaşımı ile Mutezile’nin ‘Nassın yanına aklı da esas olarak koyan’ yaklaşımı arasındaki nüansı nasıl koruyacaksınız? Ve bütün bu işi bilinçli ve organize olsanız bile ne kadar zamanda başarabileceksiniz?
Cüveynî, Teftazanî, Gazalî ve Er-Râzî gibi bugünün egemen içtihadının müelliflerinin zihnimizin adeta genetiğini oluşturan Şâfii-Eş’ârî yaklaşımlarını aşacak Maturidî âlimleri ne zamana yetiştirebileceğiz?
Şiî ve Batınî yaklaşımları en radikal şekilde reddettiği için tercihen Ehl-i Hâdis (Selefî) yaklaşımının baş tâcı edildiği Nizamiye Medreselerinin kurduğu dokuz asırı bulan köklü geleneği hangi Maturidî dinamikle ve nasıl aşacaksınız? Böyle bir odak var mı?
İLMÎ BİRİKİM NEREDE?
Dahası, diyelim böylesi dinamik(ler) bulundu. İşimiz Hanefî-Maturidî geleneği lafla değil, gerçekte ayağa kaldırmaksa, bir başka meselemiz daha var: Dört yüzyıl geride kalmış bir doktrinin yenilenmesi yetmez; örneğin İbn-i Âbidin’i aşacak ve bugünün sorunlarına uygulanabilecek içtihat modeli, metodoloji ve söylem dilini üretebilecek ilmî birikime haiz miyiz? Öyle biri(leri) var mı?
KULAĞA İTİCİ GELEN KONULAR
Ancak böyle mümkün Maturidî değişim! Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali gibi “neshedici içtihat” yapabilecek dirayette ve yetkinlikte olan kimse çıkar mı karşımıza, gelecekte?
Eminim biz, “(ferdi kılınan) namazda Kur’an’ın herhangi bir dilde meali okunabilir” diyen Ebu Hanife’yi Hanefiler olarak kabul edemeyeceğiz! Hanbelî, Malikî ve Şafiîler gibi “Namazda ancak Arapça Kur’an okunur” diyeceğiz. Bunu da Hanefî içtihat metoduyla yenileyebilecek birileri yetişecek mi?
BU YOLA İNANIYOR MUYUZ?
İşte büyük soru(nlar) bunlar!
“İslam’ı(Müslümanlığımızı) güncellemek!…” böyle çileli ve uzun bir yola talip olmak demektir.
Bir de karşı medeniyetin kaçıncı turundan sonra yola çıktığınız önem arz edecek!
Her şeyden önce din adamlarımız!.. Buna inanıyor mu?
Alın bir büyük mesele daha!
ÇARE: TOPYEKÜN ÇABA
İlahiyat fakülteleri, İslam Araştırma merkezleri ve Diyanet İşleri başkanlığı yanında sayısız STK ve Düşünce Kuruluşunun desteğinde böyle bir proje üzere reorganize olup inançla ve yıllarca çalışmadan bu iş üst söylemlerle ve marjinal kalan bilim adamları söylemleriyle dönüşüm ve diriliş olmaz, hiçbir mesele çözülmez!
YA SELEFİLİK YA AGNOSTİZM KADER OLMASIN
Fakat başka yolu yok! Hülafa-i Raşidîn (Dört büyük halife) dönemi ve Türklerin 11. Yy. Müslümanlığı kıvamına dönmeden; ya selefi radikalizm yahut agnostik fetişizm kaderlerinden birine mahkum bırakılırız: Önceki iki dinin makus kaderini biz de yaşamaya devam ederiz.
Bu çaba, mukaddestir. Kurtuluş Savaşı kadar mukaddes! Milli Mücadelemizin ruh cephesinde kazanılmayı bekleyen bir büyük mücadeledir. Müdafaa devrinden fetih devrine geçişin, geri kalmışlıktan öncü medeniyete dönüşmenin dinamiğidir.
ALAMET-İ FARİKAMIZ
Bunun en güzel kanıtı Maturidi-Hanefi geleneği tutan her lider döneminde Haçlı saldırılarına maruz kalmamızdır. 16. Yüzyıl sonrası duran/kılık değiştiren saldırıların amansız biçimde arttığı Abdulhamit, Mustafa Kemal ve Tayyip Erdoğan dönemleri bunun son örnekleri olmak üzere…
Türklerin alamet-i farikası bu idi.
Bir yanıt yazın