BİR YİĞİTLİK ANI
-Stefan Zweig Üzerine-
Dr. Osman ARSLAN
Son altı ayda üç kez bulunduğum Viyana’nın bir kahve içip yarım gün okuma yapabildiğin ‘kültürel dinamo’ olan kafelerindeki canlı hayat ile elitizmin tek kriteri gibi duran ihtişamlı opera ve tiyatro salonları dikkatimi çekmişti. Bütün bunların yanında çok sayıda edebiyat ve sanat adamının yetiştiği ya da geçtiği yer olmasının sebebini de, araştırılacaklar listeme eklemiştim. Ama isteyip de alamadığın sevgili gibi arz-ı endam eden Viyana Bozgunu travmasını hisseden biri olarak bir edebiyatçı üzerinden Viyana’ya odaklanırsam bu ilgimi çekebilirdi.
Bir Yazar Bu Kadar Karşına Çıkarsa…
1881 Kasım’ında doğduğunu öğrendiğimde, aklıma Mustafa Kemal’le kodladığım Stefan Zweig, ilk hatırladığım Viyanalı sanatçı oldu. Kafamda iz bırakması, biraz da Avrupa şehirlerinde beğendiğim mekanların hepsini Zweig’ın de tercih ettiğini öğrendikten sonra olmuştu. Üstelik Türkiye’de en çok okunan yabancı edebiyatçı olması, hakkında bilgi sahibi olmayı gerektiriyordu. Bunlarla kalmadı Zweig’e ilgimi toplayan nedenler; “Duino Ağıtları”ndan etkilendiğim Prag’lı Rilke’nin, ‘Kötülük Çiçekleri’ şiirleri, anlam dünyamda deprem yapan Paris’li Baudlaire’in ve “Zühal Şiirleri” ile şiirde sembolizmin yarı aydınlığını keşfettiğim Metz’li Verlaine’in; üçünün biyografi yazarı Zweig’mış! Bir yazar, bir insanın yoluna ancak bu kadar çıkabilirdi! Hayatını, Nermin Sarıbaş’ın kaleminden ve Gerekli Kitaplar’dan çıkan “Stefan Zweig: Bir Edebiyat Dehası” adlı kitaptan okudum.
İyi Bir Kitap İyi Bir Üniversitedir!
1881-1942 arası süren bir yaşam kuşkusuz 20. Yüzyıl dünyasını kuracak buhranlı yılları taşır. Zweig, daha ağır olmakla birlikte kendi kuşağımla benzer bir dönemin kaderini yaşamış: Faşizm baskıları, komünist eylemler, sokak hareketleri, siyonizmin emperyal oyunları, kapitalizmin yükselişi, savaşların getirdiği felaketler, salgınlar ve değiştirilen dünya… Ve hiç birine hak vermemiş. Sokağa çağıran her sesi duyduğunda kütüphanelere kaçan bir adam!.. “İyi bir kitap, iyi bir üniversiteden aşağı değildir” düşüncesi ile kendisini yetiştirmeye çalışan, düzenin verdiği eğitimin standartlarına hapsolmak istemeyen özgür bir ruh… Bizim gibi, yasaklanan kitaplar ve sakıncalı şiirler ile büyüyen edebiyat düşkünü bir genç.
Tepkinin Yoluna Girmek
Anne tarafından Yahudi olan ailesinin, küçüklüğünde misafir ettiği zengin Yahudi aileleri “soylu” diye takdimi, benliğinde sınıfçı ve ayrımcı yaklaşıma karşı tepki geliştirmesine neden olur. O dönem üniversiteler ağır disiplin altında okunmaktadır. Bir üniversiteli, ders dışındaki zamanında, bulunmak zorunda olduğu kütüphaneden tuvalete bile ancak izin alarak gidebilmektedir. Bu, elbette doğal olarak onu özgürlükçü yapar. 12 Eylül baskılarının bizim kuşağı “demokrat” yaptığı gibi. Hangi tepkiyi geliştirirse hayat sende, o yola giriyorsun. Ve sonra hep aynı döngü yaşanıyor: Baskıcılar, bir kuşak sonra kendi düzenlerinin yıkılmasını garanti etmiş oluyor.
“Kendi Yazarını Bulan, Kendi Geleceğini de Bulmuştur”
Bir gün Viyana’da bir kafede Verleine ile karşılaşır. Büyük bir heyecanla Verlein’e kendi şiirlerini okur, şiirleri isim isim sayar. Verleine şaşkınlık içindedir, çünkü o vakitler Verleine’ı tanıyan yoktur. “Nerden tanıdığını” sorar Zweig’e. Çantasından, Verleine’in yazdığı az satan ve Viyana’ya sadece iki tane gelen gazeteyi gösterir. Ve derki “Siz Metz gibi bir kasabada zamanında Hugo’nun şiirlerini bulabildiğinize göre ben Viyana’da sizi niçin bulamayayım?” Verleine’in cevabı ilginçtir: “Kendi yazarını bulan, büyük geleceğini de bulmuştur.” Kendi yazarını bulmak!.. Yüzlerce kitap okuyup, okuduğum kitaba tekrar dönmediğim lise yıllarımın başında, Edebiyat hocamın rafında gördüğüm Gerçek Dergisi’ni karıştırırken Cemil Meriç’le karşılaşmam ve tekrar tekrar okuyuşlarım geldi aklıma. “Kendi yazarımı bulduğum gün” o gündü. Herkesin böyle bir günü olmuştur. Fakat bu farkındalığı olmuş mudur?
Şöhret Kovalamakla Tutulmaz, Ona Tuzak Kuracaksın!
Rilke, Verlaine, Baudliard, Zola derken dönemin güçlü bir kalemini daha izlemeye başlıyor Zweig: Teodor Herzl!.. Cahilliğime verin, Herzl’in dönemin isim yapmış edebiyat adamlarından olduğunu bu vesile ile öğrendim. Siyasi hedefleri için edebiyattan uzaklaşan Herzl’in Siyonist emellerini ilan ettiği kongrede hayranı Zweig de katılımcıdır. Herzl, Zweig’i tanır ve “Sen şiir yazıyordun, bana ne getirdin?” der. Verdiği nesri inceler ve 19 yaşındaki bu gencin yazısını dönemin en büyük gazetesinin kültür sanat sayfasında dev yazarların da önünde yayımlatır. Artık Viyana’nın en saygın sayfasının yazarıdır. Dikkatleri çekmiş, adı duyulmuştur. Bu olaydan bir çıkarım yapmak gerekirse, bir kez daha anlıyoruz ki; kovalamakla tutamazsın şöhreti, ona tuzak kuracaksın!.. Bir hatırlı el dokunacak!.. Dişinle, tırnağınla da oluyor elbette, oluyor da, öldükten sonra oluyor; o da, eğer kalemin gerçekten sağlamsa!
Muhit Sınırındır
Çünkü Viyana gittikçe baskıcı bir ortama dönüşürken Berlin özgürlükler şehri olmaya başlamıştır. Zweig için Viyana’dan, taşma zamanıdır artık. Berlin’e geçer. Pek çok önemli yazar da Berlin’de toplanmaya başlamış, sanatın ortamı oluşmuştur orda. Avrupa’dan toplanan bu yazarlar ve şairler bir dernekte karşılıklı okumalar ve tartışmalar yapmaktadır. Bir zamanlar geliştirirken artık kendini sınırlayan Viyana muhitinden, Avusturya’dan daha geniş bir ufka; bütün Avrupa’ya bakmak üzere çıkar. Muhitten çıkma cesareti sanatçının ufkunu belirliyor. Günümüzün Yunus’u olarak anılan Bestami Yazgan’ın Osmaniye’den İstanbul’a gitme kararını hatırlattı bu durum bana. “Osmaniye’den bu kadar, daha fazla olmuyor…” diyordu. İstanbul’da şair ve yazarlarla buluşmuştu. İstanbul, O’nu sadece Anadolu’nun değil gönül coğrafyamızın “çağdaş Yunus’u” yaptı. Muhit, sınırındır. Zorlamak zorundasın.
“Artık Varlığım Bir Şeye Yarıyor”
Berlin’de, bir Goethe izcisi olan Rudolf Steiner adlı Dernek Başkanı, Zweig’ı çok etkilemektedir. Goethe’nin Renk öğretisini Faust gibi anlayıp Paracelsus gibi büyüleyici bir hitabetle anlatan ezoterik bir sanatçıdır. Viyana’da hece, kelime, kafiye, akış için kendini tüketen Zweig Berlin’de başını metinden kaldırıp anlama vermeye başlar. Çünkü artık gözü kitaplardan insanlara çevrilmiştir. İnsanları tanıdıkça, masa başı eski şiirlerini “ikinci elden çıkma söz büyüleri” olarak eleştirir. Eski ne varsa, ne yazdıysa yakar. Üslup ve duygu aktarımı çalışmaları yıllar alır. Kendi dilinde anlatmayı başardıgına inandığı gün Arşimet gibi fırlamış dışarıya. Etrafına varoluşsal bir yorumla açıklar bu sevincini; “Artık varlığım bir şeye yarıyor!” İşte sanatçının ‘varlık çilesi’nin dolduğu, katkıya dönüştüğü kırılma noktası. Rahmetli üstat Bahaettin Karakoç’un “Sen şairsin Osman” dediği anın hala belleğimde duran tadını anımsarım, karşılaştığım bazı dostlarımın şiirlerimden ezbere okuduğu beyitlerden aldığım “işe yarama” duygusunun, emeklerin işe yaradığı duygusunun o bambaşkalığı gerçekten insanı yüreklendiriyor.Zweig, edebiyatçı olarak o gün doğmuştur.
“Birini Tek Başına Sevmek İki kat Sevmektir”
Artık Berlin de vereceğini vermiştir. O yaz Belçika’ya gider, orda bir cezbe vardır: Emile Verhaeren. Verhaeren ‘ı tanıyan yoktur. “Bir insanı tek başına sevmek, onu iki kat sevmektir.” der. Bu karmaşık karakterin biyografisini, O’nu anlamak adına ders gibi çalışır, yazar. Zira artık metinler değil insanlar da ilgisidir. Verhaeren şiirlerindeki yoğun imge dokusu ve tekniği ile Zweig’e etki eder, pek çok büyük ve farklı dallarda sanatçı ile tanıştırır. Heykeltraşlar, mimarlar, ressamlarla edebiyat konuşur Zweig. Freud’an çok önce “Çocuğun Yüzyılı” kitabıyla bir gencin neler yaşayabileceğini anlatan ünlü yazar Ellen Key, Zweig’ı ziyarete gelir. Key, onu davet ederek İskoç edebiyatçılarla da tanıştırır. Gerçekten üstat sanatçılarla tanışmanın, gençler için düşüncelerine ve sanat duygusuna katkıları, heybene topladıklarını nasıl şekillendirmen gerektiği fikrini vermede büyük katkı oluyor. Kişisel deneyimim bakımından, diyebilirim ki; öğrencilik yıllarımın dergicilikle geçmesi ve sonrasında da az kesintiyle hep devam etmesi nedeniyle yollarım kesişen Cemil Meriç, Attila İlhan, Aziz Nesin, Cahit Zarifoğlu, Cemal Safi, Turgut Cansever, Halit Refiğ gibi önemli sanat adamları ile belli dönemlerde yakın iletişim yaşadığım Aykut Edibali, M. Akif İnan, Orhan Türkdoğan, Bahtiyar Vahapzade, Sezai Karakoç, Bahaettin Karakoç, Abdurrahim Karakoç, Ali Akbaş, Bestami Yazgan, Dilaver Cebeci, M. Atilla Maraş… ve adını sayamadığım başka pek çok düşünce ve sanat adamından dil ve üsluptan söylem ve akışa kadar derin beslenmelerle kaleminizin şekil aldığını hissediyorsunuz.
“İnsan Paris’te Niçin Yorulur?”
Zweig, Emile Verhaeren’den çevirilerini bitirince kendine ödül olarak Paris gezisi ayarlar. Paris, Almanya’nın gönüllü boyunduruk yaşanan ortamından sonra özgürlük ve eşitliğin, entellektüelliğin veya bohemliğin sınırsız ve sorgusuz yaşandığı bir cennet gibi gelir O’na. Burada insan olmak çok kolaydır. Kent içinde öylesine dolaşmanın keyfi bile yaşamanın kendisidir. “İnsan Paris’te niçin yorulur”, der. Hugo, Verlien ve Rilke’nin yaşadığı semte yerleşir. Adeta bütün birikimlerinin saklandığı bohçayı açma cesaretini yükler Paris. Zweig, artık kişiliğini bulmuştur. Onu tanımlamaktadır hakkında yazanlar: Dost canlısı, insancıl, ayrımcılık ve savaş karşıtı, ideoloji ve örgüt bağlılığını esaret gören özgürlükçü bir kişiliktir.
Yeraltı Edebiyatı da Var!
Paris’te “Yeraltı edebiyatı”nı keşfeder. İlk defa övgülerle kabaran gururunu indiren sarsızı eleştiriler yeraltı şairlerinden gelir. Rilke’yi sade ve gösterişsiz otel hayatında ziyaret eder. Rilke ile Paris gezilerinde, ayrıntıların edebiyata ne kadar derinlikler kazandırdığını keşfeder. Bir mekanın adı, bir manastırın ya da mezarlıkta yaşadığı şiir gibi duruşları ve vecdli anlatımlarıyla Rilke Zweig’i başka bir boyuta taşır. Alman felsefesinin derinliğine Fransız edebiyatının betimlemeciliğini ekleyince ortaya Stefan Zweig çıkmıştır artık. Paris’te üç defa bulundum. Bütün algı açıklığıma rağmen dil eksikliğime yorduğum nedenle Paris, bende geçmişle bugününü meczetme bilinci vermesi dışında bir etki etmedi. Gezi yazılarımda, gördüklerimin bazen okuyucuyu yoracak ölçüde tarihinden gelip anlatılması eleştirildi hep. Suçlusu Paris’ti.
Dokunduğuna Ruhundan Verirsin
Küçüklüğünden beri el yazmaları, dahilerin kullandığı eşyaları toplayıp, saklamıştı Zweig. Meşhur olunca, parası da artınca bunu daha kolay yapmaya başladı. Bethoven, Rodin, Goethe, Rilke, Hoffmans, Verlaine, Verheanen… her hangi dahiden bir şeyler bulursa koleksiyonuna eklemiştir. Pek çok eser yanında büyük sanatçıların imza koleksiyonunu da tutmaktadır. Tek başına bir el yazmaları sanat galerisidir evi. Sanki dokunduklarına bir parça ruh vermişti dahiler. Etkileyici buluyorum bu hali. Edebiyat büyüklerini yarı Tanrı gibi yüceltiyor, dokunduğu her nesneyi önemsiyorlar. Bizde çırakların bile üstatlarına bu ölçüde özeni yok. Herhalde onlarda maddenin bizde mananın önemli olmasıyla ilgili bir öncelik farklılığındandır bu.
O Bir Avrupa İnsanı
Rilke’nin tavsiyesi ile dünyayı keşif gezilerine çıkar. İlk gittiği Hindistan’da, Avrupa’dan gelene Tanrı gibi davranılmasından iğrenir. Kast uygulamaları, sınıfçılık, yoksulluk ve sömürgecilik, ruhunu bunaltmıştır. Karşılaştığı iç dünyası gelişmiş bir kaç insan Doğu’nun kodlarını verir O’na. Hind deneyiminin kazancı budur. ABD gezisi de bir hayal kırıklığıdır. Çok sıkıcı bir ülkedir. Kültür, edebiyat, sanat hak getire!.. Ama özgürlüğü, iş bulma imkanı etkileyicidir. Kitapçılarda tanıdık eser aramak üzere New York’ta kapı kapı dolaşır. Başkalarını ararken rafta kendi eserini görünce dehşete düşer. Amerika’daki kitapçıdan satın alırken kendi yazarının kitabının “Aykırı bir yazar olduğunu, sembolizminin güçlü olduğunu, Avrupa’da çok tanındığını…” öğrenir. Çırak duygusuyla girdiği kitapçıdan üstat gururuyla çıkar. Ama, başka dünyalar hiç cazip gelmemiştir; O’nun yeri Avrupa’dır.
Savaş Karşıtı Rütbesiz General
1914 baharıdır. Ülkesinde hiç sevilmeyen, imparatorun bile nefret ettiği baş belası Bosna Prensi Ferdinand’ın suikastle öldürülmesi haberini “bir pislik temizlendi, herkes rahatladı” diye yorumlar. Bundan bir dünya savaşı patlayınca da tepkisini “Sebepsizlik kadar büyük kabus olamaz” diye ortaya koyar. Savaşa ilkesel olarak karşıdır. Doktor “Savaşa uygun olmadığı”nı söylediğinde çok sevinir. Her barış dediğinde savaş yanlılarının gözü üzerine dikilmektedir. İnzivaya çekilip, bir köye yerleşse de bu savaşta “gönüllü olmak zorunludur.” Gönüllü yazılır, çavuş olarak eylemcilerin bildirilerini toplamakla görevlendirilir. Askeri elbisesine rütbe takmayı reddeder. Özel izin alır. Viyana sokakları onu “Rütbesiz General” diye anmaya başlar. Yardım istediği gazeteci Yahudi arkadaşları, istemediği kadar sokakta dağıtılan bildiriyi toplayıp hazır verecek, Zweig de yazılarına devam edecektir. Yazar, her şartta bir yolunu buluyor. Doğum sancısı gibi, geldi mi çıkmadan bırakmıyor eser kendini. Yerin, zamanın ve koşulların bu sancı karşısında önemi yok gerçek sanatçı için.
Savaş Varken Savaş Dışında Her Şeyi Yazmak
Kitab-ı Mukaddes göndermeli “Yeremya” adlı savaş karşıtı trajedi kitabı böyle bir ortamda çıkar ve kamuoyundan büyük destek alır. Ulus devletlere, siyasi hareketlere ve Siyonistlere ters gelen böyle bir kitaba kim sahip çıkacaktır? Yasaklanmasını beklediği kitabı 20 bin satar. Savaşın kitleleri ölüm, açlık, yoksulluk ve hastalığa sürükleyişini etkili bir tiplemeyle anlatmaktadır. Yeremya, belki büyük bir yapıt değildi ama kimsenin söyleyemediğini söyleyebilmesiyle döneminde etkili bir eser olmuştu. Zweig, doğru yolu bulmuştur. Savaş karşıtı, en azından savaş dışı konularda ürettiği eserleri bu dönemde büyük ilgi görür. O, Avrupa’nın ortak kültürü altında birleşmesini, serbest dolaşımı, birlik ve barış içinde geliştirilecek bir dünya özlemini, bütün siyasi hırslarının yapay, ideolojik örgütlenmelerin zorlama, şiddetin saçma olduğunu I. Dünya Savaşı yıllarında kuvvetle işler. Savaş bittiğinde haklı çıkacak, haklı bir şöhrete de ulaşmış olacaktır. Barış kaya gibiydi, savaşsa sel. Sel gitmişti… Sel gitmiş miydi gerçekten?
“Boş Verin Manyağı!..”
Kendi ülkesinde olduğu gibi konferansa gittiği her ülkede Naziler görüyordu. Altlarında arabalar, ellerinde silahlar, kaliteli kıyafetlerle gezinen ve gittikçe kalabalıklaşan bu hareketin, güçlü bir maddi destek aldığından emindi. Bu destek bulunup kesilmediği taktirde şövenizmin dünyayı tutacağından korktuğunu söylüyordu. Aslında bunda da yanılmıştı. Viyana sokaklarında Hitler’i ilk dinlediğinde “Bu ayakları yere basmayan, kaba konuşan deliyi kim dinler? Boş verin manyağı!” demişti. O deli, Avusturya’yı, Almanya’yı tuttu, Fransa’ya, İtalya’ya sıçradı. Doğu ülkelerine yayıldı. Viyana’daki, Salzburg’taki evi basıldı, arandı. İngiltere’ye kaçtı.
“Takiptesin!”
Bu arada Rusya gezisi oldu. Tolstoy, Gorki, Dosto… Mest oldu Zweig. Rusya için etkili metinler yazdı. “Komünizm sandığımız kadar kötü bir şey değil” diye düşünüyordu artık. Fakat ayrılmadan önce otel odasında cebinde bir not buldu: “Her an takip altındasın. Çöpün bile. Bu kağıdı çöpe atma. Senin gözünü boyadılar. Gerçek Rusya’yı tanımadın.” Rusya için yazdıklarını yayımlamadı. Yayımlamadığına, ileride yaşanacak gelişmeler üzerine mutlu olacaktır.
“Dünya Onlarınsa Bana Yer Yok”
Kıta Avrupa’sını yakan Nazi ateşinin en arzuladığı şey kendisinin Yahudi bedeniydi. Uzaklaşmış, iki yıldır İngiltere’de yaşamaktadır. Fakat İngiltere de Almanya karşısında savaşa girince bir Avusturya vatandaşı olduğundan sınır dışı kararı alınmıştı. Bir Yahudi için dünyanın Nazilerden en uzak köşesi neresi olabilirdi? Konferansa gittiğinde bayıldığı bir ülke vardı: Brezilya. Eşiyle oraya göçtü. Kimse kimseye “kimsin?” demiyordu. Üç güzel yıl geçirdi. Fakat üç yıl sonra Naziler Rio’ya da gelmişti. “Dünya’nın onlardan kurtulamayacağını” hükme bağladı. Bir ay süreyle tüm ayrıntılarıyla vedalaşmalar, mektuplar, miras bağışlamalar, kitap dağıtmalar… işlemlerini yaptı eşiyle. Sonra 1942 Şubatının 22’sinde bir gece eşi Lotte’yle birlikte gelin damat gibi giyinerek yataklarına uzandılar, ilaç alarak intihar ettiler. Avrupa düşünce ve edebiyat dahilerinin hemen hepsinin sonu gibi, hayatına son verdi.
Bildiğin İşi Yapacaksın!
Doğrusu, gitmek için yer aradığında aklına Türkiye neden gelmemiş, şaşıyorum. Pek çok kendisi gibi sanatçı ve bilim adamı Yahudi, Atatürk tarafından getirtilmişti. Onlarla bir entellektüel ortam bulup hayata tutunabilirdi. Fakat Zweig siyasi kararlarında hep yanılmıştı: “Bu veliahtın ölümünden ancak rahatlanır” demiş, I. Dünya savaşı patlamıştı; “Boş verin manyağı” dediği Hitler Avrupa’ya deli gömleği giydirmişti. “Bundan sonra dünya yaşanmaz olur” demesinden sadece iki yıl sonra Naziler yok oldu, istediği gibi bir dünya kuruldu. Başından beri uzak durduğu siyasi gelişmeler hakkındaki öngörüleri tutmamış biri olarak, Türkiye gibi bir doğru tercihi nasıl yapabilirdi? İyi ki siyaset yazmamış! İşte bu dramatik sonla biten yaşamdan çıkarılacak bir doğru daha: Bildiğin işi yapacaksın!
“Ruhumuza En Ağır Baskı: Hiçlik”
O, edebiyat dünyasına “dürüst ve iyi yürekli, insancıl yazar” olarak iz bıraktı. İnsanlığın Yıldızının parladığı Anlar, Maria Antonietta ve Satranç eserleri Türkiye’de birer klasik olmuş durumda. Dünün Dünyası, Amok Koşucusu, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Sabırsız Yürek, Korku, Dünya Fikir Mimarları, Yakıcı Sır, Lyon’da Düğün, Balzac, Verlaine-Dürüst Aptal-, Üç Büyük Usta-Balzac,Dickens, Dostoyevski-, Mecburiyet, Kendileriyle Savaşanlar-Hödler, Kleist, Goethe ve Neitzche-,Karmaşık Duygular, Bir Çöküşün Öyküsü, Bir Kadının yaşamından 24 Saat, Clarissa, Mürebbiye, Olağanüstü Bir Gece, Ruh Yoluyla Tedavi ve daha yüzlerce eser bıraktı geride… Eserlerinde baskın olan karamsarlık ve çelişkiler bizzat hayatıydı. Bir sanatçının “yaşayan kitabı” olması böyle bir şey. Satranç’tan bir alıntı yapalım: “Bize hiçbir şey yapmadılar. Sadece bizi en mutlak anlamdaki hiçliğin içerisine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır baskı uygulayamaz.”
“Bir Yiğitlik Anı”
Zweig’in, biyografisini yazdığı onca yazardan, şiirle anlattığı tek yazar Dostoyevski’dir. “Bir Yiğitlik Anı” şiiri… Kim bilir, belki de kendi kararıyla ölüme yürürken, gözünde, kendisi de “Bir Yiğitlik Anı” yaşıyor olabilirdi…
“…
İtiyorlar onu,
Tekerlekli bir lahit sabrı ile bekleyen arabaya,
Arabada, demirle kaynaşmış gibi dokuz yoldaş daha,
Yüzler solgun, ağızlar kenetli,
Çünkü hepsi biliyor nereye götürüldüğünü,
Ve hayatının altında dönüp duran tekerleklere bağlı olduğunu.
İşte durdu gürültüden kıyameti koparan araba,
Kapılar gıcırdadı,
Açık duran parmaklıktan,
Mahzun, uykulu, hayret dolu bakışlarla bakıyor,
Karanlık bir dünya parçasına.
Damları kirli, alçak evlerle çevrili
Karla kaplı bir alan.
Kurşuni bir bez parçası ve sis
Yüce mahkemeyi süslemekte.
Kilisenin altın kubbesinde kanayan tan ışıltıları.
Hiç konuşmadan yaklaşıyorlar,
Bir teğmen hakkındaki kararı okuyor:
“Barut ve kurşunla yapılan ihanetin karşılığı ölümdür.”
…
Birinin gelmekte olduğunu duyumsuyor kendine doğru,
Karanlık ve suskun adımlar gittikçe yaklaşmakta,
Ve gittikçe yavaşlamakta elini bastırdığı kalbinin atışları,
Ve çarpmıyor artık kalbi,
Artık her şey bitti bitecek,
Karşıda, sıraya giriyor pırıl pırıl üniformalı kazaklar,
Tüfeklerin kayışları uçuşuyor havada,
Mekanizmalar şakırdıyor.
Trampet sesleri parçalıyor düşleri,
Ve saniye, bin yıl oluyor.
Ansızın bir haykırma:
Dur!
İlerliyor subay, elinde ak bir kâğıtla.
Sabırsızlıkla bekleyen sükûn,
Çınlayan yalın bir sesle yırtılıyor:
“Esirgeyen ve bağışlayan Çar hazretlerinin kutsal arzusu”
Hükmü bozdu ve hafifletti.
Çağıldayan bir ışık seliyle
Tanrı evi ağıyor göğe.
Ve sis bulutları,
Yeryüzünün tüm karanlığını yüklenmiş gibi,
Yükselirken kutsal sabaha
Dura dağıla,
Ezgiler duyuluyor derinliklerden,
Bin sesli bir koronun seslendirdiği.
…
Ruhu,
Eziyete ve işkenceye meyillidir.
Çünkü o, artık anlamıştır hayatın acılarını,
Sevmesi gerektiğini;
Bu bir tek saniyedeki insanın,
Bin yıl önce çarmıha gerilenden başkası olmadığını,
Ve tıpkı onun gibi tadalı beri,
Ölümün yakıcı dudaklarını.
Kazaklar,
Çözüyorlar onu bağlı olduğu kazıktan,
Yüzü solgun ve sönük.
Hoyratça itiyorlar ötekiler arasına,
Bakışları,
Öyle başka, bambaşka,
Öyle kapanık ki içine,
Ve titreyen dudaklarında
Karamazov’ların sapsarı kahkahası sallanmakta…”24.04.2020
Bir yanıt yazın