BÜYÜK ROL BÜYÜK OYUN
Osman ARSLAN
Öyle netameli günler geçiriyoruz ki ülkemizin içine girmekte olduğu buhranlar üzerine kalem bile oynatamıyoruz. Dış politikada sıkışmadık sadece, milli davalarımızın tek tek elden gidişini seyretmekteyiz. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti elden giderken Milliyetçiler nerede, ulusalcılar hani demeden edemiyoruz mesela. Hadi koalisyon kuracak birlikteliği sağlayamadınız, terörle mücadele konusunda bile bir tek lider tarafından analiz, politika önerisi olmaması, ‘birlik’ olunamaması ilginç değil mi? Siyasi parti liderlerinin milli dava duyarlılığı açısından değerlendirmesini yapmak gerek. Fakat şu vakitte bu, iş değil.
‘TAŞMA ZAMANI’NI BEKLERKEN
Ekonomik açıdan ilk beş yıllık yapısal reformlar ve restorasyon döneminin ardından nasıl işleri serip bir kriz kamburu biriktirdiğimizi ve bunun sorumlularını ayrıca ele almak lazımdır. Mali politikalarımızın tartışılması ayrı bir gereklilik: Hazine bürokratlarının 25-30 milyar dolarlık nakit rezervini sürekli elinde tutup bu kadar iç borcun faizini devlete neden ödetip durduklarını irdelemek de gerek!.. Merkez Bankası bürokrasisinin mayınsız tarlada yürüme keyfi için piyasalara tepeden bakıp, kararlarını taşın altına elini koymama prensibine göre alması, başarı mıdır? “Ben” risk almayayım da, “Bana” başarısız demesinler de,”sayemde” işler yolunda gidiyor havası vereyim de; işsizlik 9,9 noktasına tırmanmış ne yazar, dolar 3 TL kapısına dayanmış bana ne, ekonomi daralmış, yatırımlar küçülmüş, yeniden enflasyonist politikalara ramak kalmış kimin umurunda… diyebilen bürokratlar eline kalmış bir ekonomi politikası tıkanmış demektir. Sadece ‘taşma zamanı’ bekleniyor demektir.
Neden böyle?
RİSK ALMADAN BAŞARMAK(!)
AK Parti öncesinde ‘bürokratik devlet’ siyasal iktidarları parmağına dolar, hangi parti gelirse gelsin aynı sonuç ortaya çıkardı. AK Partinin farkı ‘demokratik devlet’ devrimini yapmaya başlaması idi. Zamanla siyasi insiyatifi yörüngesine çok güvendiği ‘kendi bürokrasisi’ni oluşturdu, yerleştirdi. Ve çok güvendiği için kendi bürokratlarının eline siyasal kararların belirleyiciliğini de terk ve tevdi etti. Bürokratın sağcısı solcusu olmaz derler. Bürokratlar risk almaz. Risk almak siyasilerin işidir. Risk almayacaksanız durumu muhafaza etmeyi yeğlersiniz. Risk almamak statükoculuk demektir. Vaziyeti idare etmeye başlayan iktidarlar ise ülkeyi yönetemez hale gelirler. Bu, teknik anlamda, uzun süreli idare koltuğunda oturanlarda her zaman ortaya çıkabilen ‘yönetim körlüğü’ durumundan başka bir şey değildir aslında.
SİVİL SİYASETE DÖNMEDEN OLMAZ
AK Parti iktidarının 13. yılında başlıca muhasebe yapılması gereken boyut ve tespit edilmesi gereken arıza bizce tam da bu noktada düğümlenmiştir. Bu yüzden son seçimlerde işçiye, memura, köylüye bir vaatte bile bulunamamışlardır. Çünkü icranın teslim edildiği bürokrasi, ‘mevzuat efendim!’, ‘bütçe efendim!’, ‘sonra ne derler efendim!’ diye diye her yola duvar örüp, risksiz yollara sürmüşlerdir. Hâlbuki risk gelişmenin köprüsüdür. AK Parti bu sorunu aşmak için, artık içli dışlı olduğu bürokrasiyi bir yana koyup, devletin dışına çıkıp toplumun durduğu yerden, halkın gözüyle devlete yeniden bakarak güncel politikalar belirlemeli ve bu politikaları uygulamaya cesaretle paydaş olacak bürokrat arayışına geçmelidir. O zaman seçimler de başka şekilde geçer, bir iktidar seçmenin de anlamı olur. Yeniden ‘devrimci muhafazakâr demokrat’ ruha ancak böyle erişmek mümkün olabilir.
NEREDELER?
Bu satırları boş yere karalamıyoruz. Dikkat ediniz, AK Parti dönemi, eski Türkiye’nin klasik kamplaşmalarını ortadan kaldırmaya çok çabaladı: Kürtler, Aleviler, Romanlar, Süryaniler, Ermeniler, Komünistler bu açılım çabalarının yöneldiği kesimler oldu. Fakat süreç içinde AK Parti iktidarı kendi politikalarının yeni düşmanlarını üretmiş oldu. Örneğin ‘Ergenekon Yapılanması’ adı altında bir mücadele yürütüldü. TSK üzerinde dönen bir mücadeleydi bu. Siz hiç Ergenekon Örgütüne mensup diye bir sivil bürokratın hakkında işlem yapıldığını gördünüz mü? Biz hatırlamıyoruz. Peki bu Ergenekoncu TSK mensupları hiçbir devlet kurumuyla üst düzey irtibat kurmadan mı bu darbe girişimini planlamışlardı? Pekiyi o bürokratlar nerede şimdi? Elbette yerlerindeler.
HEPSİ YERLİ YERİNDE
Sonra, MGK Kararı da alınarak ‘Paralel Yapılanmalar’ adı altında bir mücadele başladı. Çok sayıda memur ve şube müdürü derdest edildi. Bu, ‘vatana ihanet’ eylemi memurluk, şube müdürlüğü seviyesindeki insanların tek başına yapabileceği bir şey değildir ki. Genel Müdürü olmalı, Müsteşarları olmalı ki nitelikli bir ‘ihanet’ gerçekleşsin. Bir tane bile üst düzey bürokrata böyle bir işlem yapıldığını biz hatırlamıyoruz. Pekiyi onlar neredeler? Herhalde yerlerindeler. Pekiyi cemaatçi diye eksiltilen koltuklar kimlerle dolduruldu? Bütün kamuoyu biliyor ki Milli Görüş menşeli insanlar yetmeyince Ülkücü kadrolarla dolduruldu.
BÜROKRASİ HAZRETLERİ DEVREDE
İşte, bürokrasi içerisinde ağırlık oluşturan ulusalcı, milliyetçi, cemaatçi kesimlerin ‘duygudaşları’ sizce şimdilerde ne yapıyordur? Tahmin edeceğiniz gibi: İpe un seriyordur, frene basıyordur, mazeret yolları döşeyip oyalamaya bakıyordur. İş üretmek dışında her şeyi yapıyordur. Yazının başında ‘buhranımızı hazırlayan kadrolar’ işte bu şartların ürünü olarak şekillenmişlerdir. Türkiye yeniden bürokratik devlete dönüşmüş, AK Parti de ‘milletin partisi’ iken ‘devletin reflekslerini taşıyan parti’ izlenimi vermeye başlamıştır. Çünkü artık sivil siyasetin değil elitist bürokrat ve teknokratların etkisi altına girmiş gözükmektedir. Yeniden çıkış kodlarına dönmesi tek çıkar yoludur.
Yaklaşmakta olan seçim öncesinde müdahale edilmesi gereken esas nokta, tam da burasıdır.
BÜYÜK OYUN
Pekiyi neden böyle oluyor?
Bütün bunları yazdıktan sonra ülkemiz kadroları üzerindeki “Büyük Oyun”a da dikkat çekmeden bırakmamalıyız. Büyük oyunu görmek ve asıl onu bozmak zorundayız. Aslında bir partiye ve onun politikalarına indirgenemeyecek kadar ciddi bir durum vardır karşımızda.
Şehitler veriyoruz. Her ‘innâ lillâh…’ deyişimizde içimiz parçalanıyor. Gencecik çağlarında hain kurşunlarla düşen her şehidimizle ülkemizin geleceğini toprağa veriyoruz. Sadece şehitlerimiz mi? Terör örgütü deyince işgal güçlerinden bahsetmiyoruz ki! Örgüt adına ölenler yine bizim insanımız, bizim gencimiz. Onlar da Türkiye’den giden kan, bizden eksilen can. Türkiye’nin elinden alınıp karşısına dikilmiş kendi gücü onlar. O kayıplar da bizden gidiyor.
TERÖR YEDİ CANLARIMIZI
Dile kolay, 45 bin insan kaybı yaşanmış. ‘90’lı yıllara bu acılar damgasını vurmuştu! Dağlara kaptırdığımız Kürt gençlerin kim bilir içinden kaç devlet adamı, kaç sanatçı, kaç düşünce insanı, kaç mühendis, kaç iş adamı çıkacaktı. Memleketimize, doğdukları topraklara kim bilir ne hizmetler yapacaklardı! Kim bilir ocaklarına ateş gibi düşen şehitlerimizden kaç büyük insan çıkacaktı? Hepsi gencecik çağlarında kara toprağa verdiğimiz, hem de bu ülkenin kendi elleriyle öldürmek zorunda bırakıldığı o gençler. Çanakkale’de de bu kadar genç kaybetmiştik, bu milletin bir beyin travmasıydı. Bir Çanakkale bedelini de Güneydoğu’da verdik!
SAĞ-SOL DEDİK YOK ETTİK
70’li yıllar farklı mıydı? On binlerce üniversiteli, liseli gencimizi sokaklarda birbirini öldürerek kara toprağa vermedik mi? Çanakkale bir yedek subaylar savaşıydı. 12 Eylül öncesi de bir yedek subaylar neslini yok ederek, bir Çanakkale bedelini daha ödeyerek kara toprağa verdik. Devrimcisi de ülkücüsü de bu ülkenin gücüydü. Enerjimizi, gücümüzü, geleceğimizi toprağa verdik.
KALANI DA HAPİSLERDE ÇÜRÜTTÜK
Oldu ya, 70’li yılların çatışmalarında ölemeyenleri de 80’li yıllarda zindanlarda çürüttük. İhtilal sonrası hapishanelerde, işkencehânelerde bir nesli daha ülkenin gücü olmaktan alıp tükettik. Üstelik bu gençlerin hepsi eğitimli, dinamik, idealist insanlardı. Mahvedilen hayatlarıyla bir nesil daha bu ülkeden çalındı aslında. Bir Çanakkale bedeli daha ödedi ‘80’li yıllarda bu millet…
SUBAYLARI, AYDINLARI ÇİĞNEDİK
‘90’lı yıllar terör belasına can vererek geçtikten sonra ikibinli yıllara gelmiştik. Zulümlerini hazmedemediğimiz ‘80 ihtilâli de yargılanmıştı. Toplumun her kesimi arasında bir uzlaşı kültürü gelişiyordu. Tam barış oldu demiştik, silahlar susmuştu ki bu sefer de Ergenekon Operasyonları başladı dalga dalga. Binlerce yetişmiş subay, astsubay, aydın, yazar derdest edildi. Dramlar dramları izledi. Kurunun yanında yaşlar da yakıldı. Ve bir nesil travması daha yaşadık. Bir Çanakkale bedeli daha ödedik. Anlatmak istediğimiz şey Ergenekon Davası değil, kendi yetiştirdiğimiz insanlarla bir iç çatışmaya girip enerjimizi toprağa veren oyunun aynıyla tekrar ettiğine vurgu yapıyoruz. Davanın haklı veya haksız olması değil önemli olan. İçeri giren de biziz, içeri atan da. Ölen de biziz, öldüren de. Biz bu iç çatışmayla kendimizi tüketiyoruz.
ÖZ KUVVETİMİZ DEVŞİRME OLDU
‘Hadi bunu da aştık’ dedik. 2010 sonrası yıllarda şahlanmış, “Yeniden Büyük Türkiye” hayali kurmaya başlamıştık ki “Paralel Yapı” adıyla yeni bir iç savaş patlak verdi. Bu sefer mücadele daha ciddiydi: ‘Kurtuluş Savaşı’ deniyordu. Çok iyi eğitimli, dünyaya açılmış, bu topraklardan yetişmiş sayıca yüz binleri bulan bir nesil elden gitmiş, ‘öteki’ olmuştu bir günde. Artık onlar da kayıp nesildi. Belki kaçınılmazdı. Olması gerekendi veya değildi tartışmasından bağımsız olarak söylüyoruz: Ta Çin’den Şili’ye bu ülkenin yeryüzüne dağıttığı on binlerce evladı artık Türkiye aleyhine çalışmaya başlamıştı. Öz kuvvetimiz olan bu gençler devşirme haline gelmişti. Sonuç buydu. Hem bu sefer; bu ülkenin en iyi yetişmiş beyinleri, ölseler zarar veremezlerdi; düşmanlaşmış aleyhte çalışır hale getirilmişlerdi. Bu ülkenin enerjisi bir kez daha çalınmıştı. Bu ülkenin gücü, gençleri bir kez daha kaybedilmişti. Türkiye’ye hizmet etsinler diye yola çıkan insanlar, artık zarar veriyordu. Çanakkale’de kaybettiğimiz yetişmiş kuşak gibi bir değerli genç kuşak daha elden gitmişti. Bir travma daha beynimizi vurmuştu.
HEP YETİŞMİŞ HEPSİ GENÇ!
İşgal eden mi oldu bu memleketi? Hayır. Savaşa mı girdik? Hayır. Atom bombası mı yedik? Hayır. Ama Kurtuluş Savaşından fazla insanımızı sağ-sol kavgasına, Irak, Filistin cephelerindeki kaybımızdan çok PKK terörüne, Çanakkale’den fazla yetişmiş insanımızı paralel yapı mücadelesine, Balkan harbinden çok subayımızı Ergenekon davasına kurban verdik biz. Güya Türkiye Cumhuriyeti bölgesinde tek barış adası, hiç savaşa girmedi. Bu kadar kayıp nedir o zaman? Kim oynuyor bu oyunu bize? Ve elbette, bu oyunlara kimler alet oluyor? Ne yapıyoruz bu gençlere?
SÖZÜMÜZ DEVLETE
Şu veya bu partiye değil ithamımız. Liderlere, cemaatlere değil. Subayına harp okulunda sahip çıkamayan devlete sözümüz. Polisini yoldan geçen işmarcıya kaptıran hoyratlığa, savrukluğa lafımız. Ülkesinin cemaatini Müslüman bile olmayan bir ülkenin eline kaptıran devlete sitemimiz. Gencecik evlatlarını komünist diye faşist diye birbirine kırdıran, birbirini sokaklarda öldürememiş olanları da hapishanelerde kendisi çürüten ‘devlet aklına’ kahrımız. Malazgirt’te beraber açtığı Anadolu kapısından birlikte girdiği, Türk Rus harbinden, Sarıkamış’tan, Çanakkale’den, Filistin’den, Kut’ul Amare’den beraber çıktığı Kürt gençlerini kurda kuşa yem eden zavallılığa isyanımız.
İSTİSNA BİR TOPLUM
Bu Çanakkale bedellerinden daha az bedel ödetmeyen muhacirleri, ekonomik krizleri, depremleri, selleri, yolsuzlukları ve yoksullukları daha eklemedik. Bu vahim tabloların onda birini yaşayan ülkelerde halk devlet diye bir şey bırakmıyor. Kamu düzeni kalmıyor. Halk görevini yapmayan devleti tanımıyor. Bunun örneklerini Yugoslavya’dan başlar Ukrayna’dan çıkar yirminin üzerinde ülkede, hem de yakın tarihten sergileriz. Fakat hayretle ve hayranlıkla söylemeliyiz ki Türkiye bu kadar oyunla, tuzakla, kayıpla ve felaketle hala kendi başına ayakta, hala güçlü ve yekpare. Her on yılda bir Çanakkale bedelleri ödeye ödeye, bir rahat yüzü görmeden hala nasıl yaşıyor bu devlet, istisna bir haldir. Bu nasıl bir millettir ki, kendisini böylesine başıboş ve sahipsiz bırakmış bir devlet için hâlâ kan veriyor, can veriyor. Kendisini esirgeyemeyen, koruyamayan bir devleti hala nasıl taşıyor, ayakta tutuyor?
SON KALEDE BÜYÜK DİRENÇ
Bunun mantıkla izahı yok, olamaz. Bu, sosyolojiyi zorlayan, olağan dışı bir durumdur. Bu fark, bu millete Allah vergisi bir haslet olarak bahşedilmiş olsa gerek. Vatan sevgisinin iman cüz’ü gibi yer ettiği sinelerinde, devlete itaati Allah’a itaate denk tutan kültüründe olsa gerek bu hali açıklayan sır. Belki son sığınak olduğundandır. Suriyelinin, Iraklının, Azerbaycanlının, Boşnakın, Çerkezin, Trakyalının, Afganlının sığınağı olarak Anadolu var; ama Türkiye’de yaşayanların bir başka sığınağı yok, belki ondandır. Mücadelelerini varlık ve yokluk mücadelesi şeklinde verenler, ‘belki öldürülebilirler, ama asla mağlup edilemezler.’ Belki o nedenledir.
BU MİLLET BİR DEVLETİ HAK EDİYOR
Ancak böyledir diye, bundan böyle de işler aynı şekilde gidecek değil. “Şerbetliyiz” diye boş vermişlik edebiyatı yaparak gemi yürümez. Biraz devlet olalım. Hak ve adalet yolunda kendisine her gösterilen yere kanını sebil, canını zebil edercesine giden bu fedakâr millet, kendine sahip çıkacak kâdir ve kerîm bir devleti fazlasıyla hak ediyor.
Görmek zorundayız: Emperyalizmin oyunlarına bu derecede açık bir iç siyasa sürdürülebilir değildir. Bu millet, İngiltere-İsrail-ABD üçlüsünün tezgahlarına servisçilik yapma piyonluğundan artık kurtarılmalıdır. Ortadoğu’da ve Türkiye’deki örgütlere bakınız: İngiltere örgüt kurar, İsrail düşmanlığını örgütleri besleyip büyütecek gıda olarak kullanır; ABD de, hazırlanan (birlikte tasarlayıp uyguladıkları) bu yeni durumu tehdit olarak gösterip, kendine vazife çıkartır, müdahale eder. Bu yolla yeni bir yapılanma ve yeni paylaşımlar doğar.
‘TAVŞANA KAÇ TAZIYA TUT’
Böylece ‘tavşana kaç, tazıya tut!’ oyunu oynanır, durur. PKK, PYD, DAİŞ, El Kaide, Taliban, DHKP-C… tüm örgütlerin hikâyesi üç aşağı beş yukarı böyledir. Düz mantıkla soyutlayarak süreci de şemalaştıralım: İngiltere anlaşma imzalar, ABD tanımaz. Zira İngiltere’nin canı sıkılırsa ABD müdahale edebilsin, İngiltere de anlaşmaya sadık kalmış olsun. Doğu sınırımızı İngiltere’nin imzalayıp ABD’nin tanımadığı gibi. Bu oyunlar karşısında etkili bir istihbarat ve dış politika oluşturulması zorunludur. Rahmetli II. Abdülhamit Han örneğindeki gibi mümkünlüğü tarihte örneklenmiş bir büyük devlet politikası geliştirmek elbette mümkündür.
DAHA FAZLA FIRSATIMIZ OLMAYACAK
Bugün artık son vakittir. Her on yılda bir Çanakkale bedeli ödeyerek daha fazla gücümüzü toprağa vermeye ne takatimiz kalmıştır, ne de fırsatımız olacaktır. Dikkat buyurunuz: Afganistan’ı ve Pakistan’ı kontrole aldıktan sonra Gürcistan’a, Bulgaristan’a, Ermenistan’a, Yunanistan’a, Kıbrıs’a, Filistin’e, Kuzey Irak’a, Kuzey Suriye’ye yerleşmiş, İran’la da anlaşmış ABD’nin hedefi sizce neresidir? Sadece bu saydığımız noktaları haritada işaretleyip birleştirseniz bile Türkiye’nin etrafındaki kuşatmayı ve yakın savaşı görürsünüz.
Terör de bitmeli, iç barış da gelmeli. Güçlerimiz de birleşmeli. Bizi bekleyen asıl büyük mücadeleye hazırlanmak gereklidir. Yeni bir Çanakkale Savaşı kapımızda. Ona hazırlanacağız. Her on yılda bir Çanakkale bedeli ödeyerek yeni bir Çanakkale gücü toparlayamayız. Hem bu sefer ölerek değil yaşayarak ve yaşatarak bu ülkeyi caydırıcı güce yükseltecek ilerlemeyi sağlamak mecburiyeti, hata mahkumiyeti boynumuzda vebaldir.
EN BÜYÜK DÜŞMANIMIZ DÜŞMANLIK ÇIKARANLAR OLMALI
Partilerden, cemaatlerden, kurumlardan, örgütlerden ve işyerlerinden daha hayati bir tehlikeden söz ediyoruz. Ya birleşip caydıracak kadar güçlü olacağız, ya da oyunlara gelerek kendi kendimizi zayıflatıp kolay bir yem olacağız. Bu saatten sonra en büyük tepkimiz ve husumetimiz, düşmanlığı körükleyene yönelmelidir.
Dileriz ki Allah, dedelerimiz Selahattin’e, Alparslan’a, Ertuğrul’a, Osman’a, Fatih’e ve Süleyman’a yazdığı güzel kaderlerden bizlere de yazmış olsun!
BÜYÜK ROL
Tarih coğrafyamıza ve milletimize yeniden büyük rol veriyor. O nedenle büyük oyunlar başımızda dönüyor. Büyük oyunları ise büyük oynamadan bozamayız. Fakat ilk adımı, bugün yapılması gerekenleri bilmek, önemlidir.
Özetlersek: Yeni Türkiye’nin ayağına yeniden dolanan elitist bürokrasi prangasını sökerek, sivil siyaset eliyle her barışçı potansiyeli ülkenin gücü haline getirecek bir toplumsal uzlaşma projesi geliştirip, süregelen beynelmilel büyük oyunları boşa çıkartan büyük rolü üstlenmeye; bir derleniş ve diriliş liderliğine zaruret, hatta mecburiyet vardır.19.08.2015, Ankara
selamlar. bir eksiği ile güzel bir çalışma olmuş.sizi kutlarım. sizin gibi olayları doğru dürüst değerlendirebilen ve çözüm önerileri sunabilecek arkadaşları pasifize edilmelerini, devletten uzaklaştılmalarını,makam,mevki,dünyalık şan şöhret vaadi ile yozlaştırılmalarını,ekip ruhuyla vazifelerini yapmalarına mani olunduğunu unutmuşsunuz.işlerine gelenleri süfli iktidarları içinkullanıp daha sonrada sıkılmış limon gibi çöpe atıldığını atlamışsınız. yine de güzel bir yazı teşekkür ederim.