FUTBOLCU MU KAHRAMAN MI?
Osman ARSLAN
İngiliz yazar Simon Kuper’in 1994 yılında yayınlanan kült kitabının başlığı artık slogan oldu: “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir.” Evet, örneğin “Fado, Fiesta Futbol” siyasetin kucağındaki futbolu anlatır. Portekizli diktatör Salazar’a sormuşlar: “41 yıldır nasıl ülkeyi elinde tuttun?” “Tres ‘F’!”(3’F’ ile!) demiş: “Fado(müzik), Fatima(din), Football(futbol).”
Futbol uluslararası, farklı kültürleri buluşturan bir alan haline gelince, durumu kendine yontma kabiliyeti tartışmasız olan kapitalizm ‘Fatima’yı(‘din’i) ‘Fiesta’(eğlence) yapmış! Futbolla İnsanları oyalayıp, iktidarını sağlamlayan düzen, dev stadyumlar inşa eden Hitler ve Mussolini totalitarizmi sonrası demokrasi dönemi Avrupa’sına halen dayanıklı bir baston değneği olmaya devam ediyor.
Dünün boş uğraşı olan futbol ise günümüz sosyopolitik düzeninin “yumuşak gücü” olmuş durumda.
FUTBOL: KENDİNİ İFADE KANALI
İşin içinde siyaset olmasa, “Birinci ligde başkent takımı olmadan olur mu?” diye Ankaragücü’nü talimatla 1. Lig’e niçin çıkaraydı bizim kudretli Paşamız Evren? Türkiye-Yunanistan veya Türkiye-Rusya Futbol maçı hiçbir zaman sadece ‘maç’ olamadı. İngiltere-Arjantin, Hollanda-Almanya maçları da ne kadar isteseler de ‘spor’dan öte bir şeydir! Kore ve Japonya neden Türk Milli takımını kendilerine gol atsa da alkışlar? Niçin diğer spor branşlarındaki müsabakalarda bu gerilim yok? Çünkü futbol kitlelerin ruhunu ateşleyen bir spor! Futbol, insanların spor dışı hayatlarını bile içinde yansıtabildiği bir kendini ifade şekli olmuş durumda.
YENİ TÜRKİYENİN OSMANLISPOR’U
Hatırlayalım üç İstanbul takımının doğuşunu: Beşiktaş Osmanlıcılık, Galatasaray Batıcılık, Fenerbahçe Milliyetçilik akımlarının spora yansımasıydı. Üç tarz-ı siyasetin üç İstanbul takımıydı! Şimdi Diyarbakır-Bursa maçları neden yüksek gerilimdedir? Ya da Yeni Türkiye’nin Osmanlıcı tutumu ile Osmanlı Spor’un ortaya çıkması ilgisiz midir?
Aynı zamanda dev bir ekonomik sektörden, en yaygın spor kültüründen, bir ilişki biçiminden, yer yer yaşam biçimine dönüşen tarftarlıktan, ultras ve holiganizme giden tutkudan, bir aşktan bahsediyoruz futbol deyince.
FUTBOLİZM
Kendimize gelince; duygusal bir toplumuz. Böyle olunca biz Türkler daha bir önem atfediyoruz futbola. Kendini gerçekleştirme ve tatmin kanalları kısıtlı toplumsal yapımızdan dolayı futbola biraz daha sarılıyoruz: stadyumlarda deşarj oluyor, tartışmalarda benlik tatmini sağlıyoruz. Bireyselleşmemiş(benmerkezci olmamış), toplumcu (dayanışmacı) bir sosyal yapı olduğumuzdan ihtiyacımız olan birlikte hareket eğilimini futbolda karşılayabiliyoruz. Futbol bir kimlik haline dönüşüyor.
Meşin yuvarlak döndükçe toplumu hipnoz ediyor. 7’den 70’e çim sahaların yeşilinin büyüsüne kapılmış durumda toplum. Bir GOL milyonları aynı anda çılgına çeviriyor. Ömründe kitap, mektep-medrese görmemiş yetmeler gençliğe idol diye öne fırlıyor, 18 yaşında bir genç transfer parası diye on milyonlarca doları alıyor, bir yaldızlı dünyanın afyonunda yaşıyor…
Üstelik coğrafyamızın en ‘milli’ toplumlarından biri olunca ‘milli futbol’ daha bir üst önem taşıyor. Bütün bu nedenlerin bileşen etkisiyle futbol bizim için bazen ‘ideoloji’ gücüne kadar erişebiliyor. Bazı araştırmacıların “futbolizm” kavramını kullanması boşa değil.
GÜNAH KEÇİSİ İLE KARIN DOYMAZ
Ve milli takım düştükçe başka ülkelere nispetle, milletçe bizim içimiz acıyor.
İlk sıkıntıya girişte “dert söyletir” misali saydırıp, suçlu arıyoruz. Seyirci Arda Turan’a sövüyor, Fatih Terim günah keçisi oluyor ve Türkiye Futbol Federasyonu topun ağzına konuyor. Günah keçisi bulmak karın doyuruyor mu peki? Hayır. Deşarj oluyoruz, o kadar.
İyi de bu sorun, bir günün meselesi mi Allah aşkına?
Türk futbolu, kendisine “Türk futbolu” denen bir sisteme ve oyun karakterine kavuşamadığı sürece gideceği güzel bir gelecek olamaz.
“TÜRK FUTBOLU” VAR MI?
Türk futbolunun bir karakteri nasıl olsun ki?
Bir yandan farklı ülkelerden gelen yabancı teknik direktörlerin yetiştirdiği yerli teknik adamlarımızın fark yaratmak yerine ısrarla kendi ezberlerini tekrar ettiği, her biri ayrı bir oyun sistemini dayatan, bu nedenle çok karakterli hale gelmiş profesyonel takımlar silsilesi, nasıl bir ortak renge bürünecek?..
Türkiye’de izlediğiniz bir maç, bir ülkenin liginden değil de farklı ülkelerin liglerinden alınmış takımların maçları gibi anlayış zıtlıklarını sergiliyor durumdaysa nasıl ‘Türk Futbolu’na ulaşacaksınız?
EKOLLER BİR SONUCA BAĞLANMADI
“E bunda ne var, Türkiye büyük bir ülke” mi diyorsunuz?
Hayır, hiç de öyle değil. İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya küçük ülkeler değil. Ama bir futbol sistemi ve mentalitesine sahipler. Bizde ise sistemden çok bir şey yok: Didi ekolü, Birch ekolü, Derwall ekolü, Piontek ekolü, Hagi ekolü, Feldkamp ekolü, Lucescu ekolü, Zico ekolü, Daum ekolü… Sizce bu karmaşadan bir sonuç çıkar mı?
Sizce, saydığımız ustalardan kaptıklarını geliştirip kendileri bir tarz yaratamayan lider hocalar olmadıkça, Türkiye kendi karakterini bulmuş bir futbol sistemine sahip olabilir mi? Yugoslav ve Alman ekolünün etkisinin ağır bastığı bu sistemlere kendi gerçeklerimizin gereklerini yükleyerek bir sentez Türk modeli çıkartma çabası, kuşkusuz Federasyonun önceki on yıllık planlar içinde yapması gereken bir projeksiyondu.
TERİM NE YAPSIN?
Lige bakıyorsunuz; 4-4-2 oynayan, 3-5-2 oynayan 4-5-1 oynayan… Sistemden bol bir şey yok. 5-4-1 le oynayan forveti Fatih Terim 3-5-2 ile oynatmaya çalışıyor. Terim ne yapsın? Terim Piontek’ten aldığı sistemi uygulamaya koyduğunda, Milli Takım’da bu oyun sistemine adapte olabilecek futbolcu sayısı 5’i geçmiyor. Hangi sistemi getirirseniz getirin daha fazla futbolcu o sisteme adapte olamayacağından, karşımızda kocaman bir çaresizlik var.
Bu “sistem karmaşasının” Milli takımımız bakımından sonucu “zihniyetsizlik”ten başka bir şey değil.
Bu durum 1960’lardan başlayan futbolumuzun teknik birikiminin bir sonuca bağlanamayışından, teknik olarak yorumlanamayışından kaynaklanmaktadır.
Trabzonspor’un iki efsane teknik direktörü Özkan Sümer ve Ahmet Suat Özyazıcı’nın yerleştirdiği ekol, onların yetiştirdiği Şenol Güneş’in sistemiyle Milli Takım’ı dünya 3.sü, takımlarını şampiyon yapan başarısına da dikkat çekmek isteriz. Nispeten istikrar gösteren ve bir karakter vadeden bu deneyimden hareketle, bu örneğin geliştirilmesinden bir Türk sistemi çıkabilir.
BİR YERDEN BAŞLAMALI
Elbette önlemler alınırsa bu yaşananlar kısa dönemlik çaresizliklerdir. Örneğin Milli Takım kendi sistemini yerleştirse, büyük takımlar başta olmak üzere liglerimizde hızla bir sistem oryantosyonu yayılacaktır. Ama bir yerden başlamak gerekmektedir.
Bu, Türk futbolunda yaygın olan ve Milli Takım’a da aynen yansıyan; sebeplerinin ayrıca ele alınması gereken teknik yönetim istikrarsızlığının bir sonucudur.
Artık çağımızda defansını sağlama almamış bir takımın forvetlerle varacağı bir yer olmadığını herkes biliyor. İtalya’nın sırf defansla neler yapabildiğini tüm dünya gördü. Almanya ve İngiltere defansı sağlama alınca başarıdan başarıya yol aldılar. Brezilya defansı sağlam olmayınca, güvendiği forvetleriyle nasıl dağıldı, hepimiz izledik.
HANGİ ALANDA İYİYİZ?
Üstelik bizim gibi savunma becerisi yüksek sporcu yetiştirme imkanı daha fazla olan bir ülkenin bu konudaki kısırlığı kabul edilebilir şey değildir. Milli takımımızın ilk ve büyük sorunu sağlam bir defans kurmak olmalıdır.
Forvete gelince; bu konuda defans kurma kadar şanslı değiliz. Artık ikinci liglerine kadar yabancı oyuncularla dolu bir ülkeyiz. Forvetlerin çoğunluğu yabancı olunca Türk çocuklarına fırsat vermiyorsunuz ki Milli takımınıza nasıl üstün başarılı forvetler kazandırabilesiniz!
Bunlar spor yönetiminin verdiği kararlardır. Eleştirmeye gelince “şu alanda iyiyiz” diyemiyoruz ne kale, ne defans, ne orta saha oyunumuz, ne de hücum oyunu konusunda parlak sözler söyleme imkanı yok. Nereye gideceksiniz böyle?
SPOR YÖNETİMİNE İŞ DÜŞÜYOR
Düşününüz ki kendini küçük bir kulübede zar zor yaşatan aylık geliri 200 TL olmayan bir mahallenin amatör kulübü ile sadece bir transfere milyon dolarlar veren Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş gibi profesyonel spor kulüpleri aynı Dernekler Kanununa tabi olarak işlerini yürütüyorlar. Sizce o tartı bu sıkleti çeker mi? Haliyle kulüpler de dar kalıpları aşmak için “işini bilen” yollara yönelmek zorunda kalıyor.
Buna ilave edebileceğimiz ve ayrıca ele alınması gereken transfer, yayın hakkı, forma ve saha reklam hakkı, ürün ve bilet satış yönetimi politikaları gibi konuların yan etkileriyle birlikte diyebiliriz ki Türkiye’de bir spor yönetimi sorunu da vardır.
BİLİM SAHA DIŞINDA
Üzerinde durmamız gereken bir diğer konu antrenman biliminden yararlanmaya ilişkindir. Antrenman bilgisi, anatomi, fizyoloji, kinesyoloji ve istatistik bilimleri ile birlikte hayata geçirildiğinde maksimum verimliliğin alınabildiği bir olgudur.
Alanda çalışan herkes bilir ki, Türkiye’deki antrenörlerin arasında bu donanımda hoca yoktur. Kendini bu alanlarda sonradan yetiştiren hoca da yoktur. Bilim adamlarından yararlanırken dahi baştan savuşturan bilmişliğin egemen olduğu bir uygulama mevcuttur.
Ölçüm cihazları kulüplerde olmadığı gibi Türkiye’de yaygın olan Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okullarının da az bir kısmında mevcuttur. Mevcut olanlardan da yararlanılmadığı üzücü bir gerçektir. Bu nedenle Türkiye’de yapılan sporcu güç ve performans ölçümleri sağlıksız ve yetersiz olmakta, bu da Türk sporcusunun Dünya’daki rakipleri karşısında geri düzeyde kalması, sahaya fiziksel kapasitesi daha düşük şekilde çıkmasıyla sonuçlanmaktadır. Bilim saha dışındadır.
SAKATLANMAYA MOTİVE ETMEK!
Her ile dev statlar yapan göz kamaştırıcı tesisleşmeyi takdir etsek de bunun az bir miktarı bile kulüplere “sporcu fizik ve performans çalışmasının bilimsel olarak desteklenmesi”ne ayrılsa idi, bugün sahada 90 dakika üstün bir aktivite gösteren Avrupalı rakipleri karşısında futbolcularımızın tel tel dökülmelerine şahit olmazdık.
Hırslarını, motivasyonlarını kamçılayarak koşturduğunuzda da fiziksel kapasite yetersiz olduğundan zorlanmalar, yaralanmalar ve sakatlanmalarla sporcularımızın kaderi ile oynuyoruz!..
Teknik istikrar, yok. Yönetimin projeksiyonu, yok. Bilimsel takip, yok. Arka planı bu olan Milli Takımdan ne bekliyoruz?
BİZ BİTTİ DEMEDEN…
Geriye Europcup 2016’daki sloganımızda ön plana çıkan “inanç ve motivasyon” tek faktör olarak kalıyor: “Biz bitti demeden bitmez!”
Bu slogan bile bir gerçeği kabul ettiğini gösteriyor Milli takımımızın: “İşimiz zor, bizden iyiler, ama biz iyi gaza gelirsek başarabilirz!” Yani işimiz iman gücümüze kaldı!
İyi de kuru gazla nereye kadar?! İki maç kaybeder ölüm kalım sınırına gelir son bir gayretle bir maç alır, sonra yine kaybederiz.
Tıpkı son bir gayretle kahramanlık yapıp Çanakkale’den düşmanı geçirmediysek de İstanbul’un işgalini engelleyemediğimiz gibi.
KAHRAMANLIĞA DAYALI DEĞİL SİSTEME DAYALI ZAFER
İş kahramanlığa kalmışsa her şey kötü gitmiş demektir. Kahramanlık iyi bir şeydir ama kahramanlığa gerek duyulması çok kötü bir durumdur.
Türkiye’nin artık “kahramanlıklara” dayalı değil, sisteme dayalı zaferlere ihtiyacı var! Kimi yeneceğimizin, kimle baş edememe ihtimalimizin olduğunun artık hesaplanabilir olduğu bir seviye yakalamamız gerekmektedir.
FORMA ÜNİFORMA OLMASIN
“Biz bitti demeden bitmez”, değil; “Bizde biter” dediğimiz günlere ihtiyacımız var. Futbolcular lazım bize güvendiğimiz, milli takımda oynayınca başarmak için kahraman olmak zorunda kalmayan!.. Bir yanda rakiplerine göre fizik ve teknik kapasitesi kısıtlı takım, diğer yanda bizde çok ağır olan “milli forma” yükü. Bir yanda zayıf potansiyeli, diğer yanda kaldıramazsa ‘hain’ sayılacağı forma yükü!
Milletimizin katkılarıyla sporcularımızın taşıdığı forma değil, üniforma oluyor çünkü.
Başarının gaza gelmeye bağlanacağı değil, başarısızlığın ‘kaza’ sayılacağı günler görmek; genel olarak sporda ve özelde futbol alanında pozitif radikal kararlar almaya bağlı.
Bu ülke bunu hak ediyor.22.6.2016
Bir yanıt yazın