İNSAN OLMAYANA DÖNÜŞEN İNSAN
Dr. Osman ARSLAN
Yabancılaşmaya aslında hiç yabancı değiliz. Az çok kitap okuyan, film izleyen herkes yabancılaşma kavramını tanımıştır. Batı edebiyatında yabancılaşmaya dair kült romanlar vardır: Dostoyevski’nin Yer Altından Notlar’ı[1], Franz Kafka’nın Dönüşüm’ü[2] ve Dava’sı[3], Canetti’nin Körleşme’si[4], Herman Hesse’nin Bozkırkurdu[5], Sartre’nin Bulantı’sı[6] ve Camus’un Yabancı’sı[7] kahramanları üzerinden yabancılaşma sancısını yansıtır bize. Atilla İlhan’ın Sokaktaki Adam’ı[8], Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı[9], Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü[10] yabancılaşma dramını farklı yüzleriyle anlatır.
Bize bu kadar yakın olan yabancılaşma, bir o kadar da insanın çözümleyemediği temel bir sorundan kaynaklanır. Bu, insanın dünyadaki varlığını anlamlandırma meselesidir. ‘Hiç’lik iken ‘var’lık oluşu anlatan[11] insanın yaratılışı, üç bin yılı devirmiş bir teolojik gündemdir aslında. Yaratılışı sonrasında insanın dünyadaki macerası da tartışıla gelmiştir. Dünyada bir nevi ‘Sysiphos’un görevi’ni[12] yapmakta olan insanoğlu, varlığını güvene alma(ontolojik güvenlik) kaygısıyla hayatı açıklamaya çabalamış ve çareyi çoğu kez kurguladığı sanrılarla[13] kendine yalan söylemekte bulmuştur denebilir.
Çıkmazlar Labirenti
Herakleitos’un ‘aynı nehirde iki defa yıkanılmaz’[14] yaklaşımıyla özetlediği gibi öyle sayısız dinamiklere sahiptir ki hayat, onu bütünüyle açıklamada kullanılan “bengi döngü” gibi döngüsel(circular) teoriler[15] ya da sarkaç teorileri[16] tek düze niteliği nedeniyle yetersiz kalmaktadır. Gelecekte ne olacağını öngörme imkanı verdiği için cazip gelen bu tür açıklamalara inanmaya meyilliyiz. Panteizmin ‘kurulup bırakılmış evren’i de başıboşluğun anlamsızlığına çekmektedir insanı. Öte yandan ‘Tanrı öldü’[17] deyip sonra da aynı insana yazgını sev[18] demek de tuhaf bir çelişki değil miydi? Birbirine aykırı doğruları olan bu felsefe teorileri “kendini arayan insanı”[19] çıkmazlar labirentine çekmiştir. Belki de varoluşçular hayata yönelen bu nevi felsefi irdelemelerin en radikal sorgucuları olmuşlardır[20]. Varoluş kaygısının doğurduğu korkuların zorladığı bu açıklama arayışları günümüz modern aydınını kafkaesk karakterlere[21] dönüştürmüştür denebilir.
Yegane Çıkış Yolu
Belki de insanın varlık meselesini aşabileceği yegâne çıkış yolu vardır: İzafi varlığın mutlak olana bağlanması, göreceli olanın muhakkak olana ayarlanması, geçici olanın kalıcı olana tabi olması, yanılabilir olanın yanılmaz olana uyması, var olanın var edene bende olması… Yani varlık ve hayat ancak ‘Allah’ ile açıklanırsa[22] insan ontolojik güvenliğe kavuşabilecek, özüyle barışık yaşayabilecektir.[23] Varlığı böyle anlarsa insana artık korku yoktur.[24] Böyle anlarsanız devlet “baba”[25] olur, aksi takdirde “canavar”[26]. Böyle bakarsanız “insan insanın yurdu” kalır, aksi takdirde “insan insanın kurdu”[27] olur. Böyle olursa insan günahsız[28] doğar velinimet olur, yoksa günahkar doğar[29], dünyaya tehdit sayılır.
İşte varlığı anlamlandırma aşamasında insanın kendine söylediği yalanlar insanın kendine yabancılaşmasının da nedeni olabilmektedir. Doğasından uzaklaşan insanın korkularıyla kurt[30] olması, aşağılanarak böceğe[31] dönüşmesi, aklını kullanmayarak hayvanlardan aşağı[32] veya yüceltilerek tanrısal, kutsanarak melek[33] sayılmasıyla, yani bir şekilde insanın insan olmayana dönüşmesi halinde kendine yabancılaşma (alienation)[34] gerçekleşir.
Bir Delilik Hali
“Yabancılaşma(alienation) sözcüğünün bir anormallik içerdiği açıktır. Eskiden bu tabir akıl hastalarını tanımlamak için kullanılırdı. Fransızca’daki aliene, İspanyolca’daki alienado sözcükleri eskiden psikozu, yani kendisinden kopmuş insanı tanımlıyordu”[35]. İngilizcede bugün bile akıl hastalarına bakan doktorlara “alienist” denir. İnsanı insan olmayana dönüştüren kendinden kopma, “kendine yabancılaşma” kuşkusuz normal olandan sapmadır, hastalıklı bir haldir.
İradenin Etkisizleşmesi
Düşünürler kutsal kitaplarda yabancılaşma kavramını putperestlik üzerinden ele alır. Puta tapanlar elleriyle yaptıklarına iradelerini aşan bir güç atfetmeleri nedeniyle kendilerine yabancılaşmış olurlar[36]. Benzer şekilde bugün de yabancılaşma, insanların kendi eliyle ürettiği normlar tarafından ezilmesi ama ona gücünün yetmemesi şeklinde açıklanır. Örneğin demokrasiyi insanlar geliştirmiştir ama seçim sandığına gittiğinde tercih özgürlüğünü belli baskı, telkin, tehdit veya etki altından kurtaramayarak iradesi hilafına oy veriyorsa iradesine(kendine) yabancılaşmıştır. Sanayi devrimini insanlar yapmıştır ama çalıştığı fabrikada emeğiyle ürettiği ürünü o fabrikadan aldığı maaşla satın alamıyorsa insan emeğine(kendine) yabancılaşmış[37] demektir. Adalet için bir sistem getiren insanlar eğer hakkını arayamıyor, alamıyor ve mağduriyetini gidermekte çaresiz kalıyorsa hak ve özgürlüklerine(kendine)yabancılaşmış olur.
Toplum İçinde Anlamını Kaybetme
İnsanın kendi değerleri toplumda karşılığını bulmuyorsa bir uyumsuzluk yaşar. Uyumsuzluk toplumda dayanışmanın kaybolmasına neden olur. Dayanışma kalmazsa insan ötekileşir ve varlığını anlamsız bulmaya başlar. İşte toplumda varlığın anlamını yitirmesi ile yabancılaşmanın bir türü olan anomi[38] gerçekleşir. Demek ki kendine yabancılaşma sorunu ülkenin özgür, çoğulcu, katılımcı, demokratik ve adil bir siyasal düzene sahip olmasıyla da ilişkilidir.
Yabancılaşma Manevi Bir Krizdir
Özetle, İnsanın insan olmayana dönüşmesi anlaşılacağı gibi manevi[39] bir sorunu anlatır. Haliyle insanın “kendine yabancılaşması” manevi bir krizdir. Manevi krizlerin çözümünün de manevi yöntem ve araçlarda aranması gerekir. Oysa insanlar içine düştükleri kendine yabancılaşma krizinden maddi kültür[40] araçları ile kurtulmaya çalışıyorlar. Bu nafile bir çabadır. Örneğin modern kent yaşamının özünü (doğal ve kültürüne uygun yaşamı) unutturduğu insan alışverişler, eğlenceler, diziler, sosyal medya ve bilgisayar oyunları gibi kent hayatının ürettiği maddi kültür araçlarına kapaklanmakta; çare umuduyla kapıldıkları bu yollar ise gerçekte sorunun kendisi olduğundan çırpındıkça insanın yabancılaşma krizi daha da derinleşmektedir. Bu yolla insan hiçbir zaman özüne dönemeyecektir. Yabancılaşma sorunundan kurtarmak istiyorsak insanı, kendi doğal ortamına ve kültürüne döndürmeliyiz. Yani şehre düşmüş bir aslan yavrusunu, şehirde ona uygun bir kafes içinde düzenleme yapmayıp doğaya, dağlara bırakmalıyız. Bir fanus(kent) içine ağaç dikmeyi değil, doğa içinde uyumlu yaşam kurmayı hedeflemeliyiz. İnsanın kentlerde insan olmayana dönüşmesini başka türlü engelleyemeyiz.
Tükettikçe Tükeniyoruz
Kapitalizmin “önce tüketici sonra insan olunur” sloganı yabancılaşmanın modern dünyadaki bir nedenini daha ilan etmektedir aslında. Bu anlayışa tepkisini yabancılaşma üzerinden açıklayan Jean Baudrillard[41] nesnelerin hızla tüketilmesinin nesne-insan arasındaki duygusal bağı yok ettiğini, tüketimin aynı zamanda bir toplumsal statü aracı olmasının ve insan karakterinin tükettiği nesnelere göre yorumlanmasını gerekçe göstererek tüketim kültürünün bir yabancılaşma durumu olduğunu ifade eder. İnsan kapitalizmin “tüketici”si olduğunda kendine yabancılaşmaktadır. Vitrinlere, raflara saldırıp satın aldıkça tükettiğimiz aslında kendi insanlığımız olmaktadır. Tükettikçe tükeniyoruz.
Algı Olgudan Kopunca
İnsanı insan olmayana dönüştüren bir neden de “algı yönetimi” dir. Gerçekle(olguyla) kabul(algı) arasına giren mesafe yabancılaşmanın da boyutunu gösterir. Ontolojik oluşa bir felsefi yaklaşım da buydu zaten: Var olmak algılamaktır[42]. Toplum iletişim araçları ile yürütülen algı yönetimi ile ‘kitle’ye dönüşür. Kitle ise düşünmeyen, sadece sürüklenen bir kütledir. Kitleselleşen toplumda birey yok olmuştur[43]. Bireyin küçülmesi ise iradesini kullanamaması, karşısında çaresiz hissettiği için teslim olduğu hayatın akışına kendini bırakması demektir. Tam da kaderine hükmedememe, acizlik durumu insanın kendine yabancılaşması halidir.
Eğer kitle iletişim araçları tekelleşirse bireyin gerçeğe ulaşma imkanı da kaybolur ve iletişim araçları bilgilendirmenin değil “enformatik cehalet”in[44] kaynağı olur. İzledikçe ve okudukça cahilleşirsiniz, aydınlanmaz aksine körleşirsiniz. Hatta gerçeği söyleyenleri algınıza aykırı gördüğünüz için mahkum edersiniz. Algısı gerçeklikten kopan insan özgür olmadığını bile fark edemeyen, içindeki kendi yabancısına tabi olmuş sistemin gönüllü kulu haline gelir.
Avatarlar Dünyasına Kapılmak
İnsanların gösterişçi yaşam biçimine düştüğü sosyal medyada, profillerinde yansıttığı “sanal ben” ile yaşamındaki “gerçek ben” arasındaki farklılığın boyutu kendine ne kadar yabancılaştığını da göstermektedir. Netflix başta olmak üzere medyanın her birinde 15-20 kişilik yönetici grubu ‘Fareli Köyün Kavalcısı[45]’ gibi insanları peşine takmış durumdadır. Belki de insanı insan olmaktan uzaklaştıran ‘dizi’mizi dövme zamanıdır, yoksa bir gün gerçekten dizimizi dövebiliriz! İnsanlık eserinin esiri oluyor; artık ‘kendine yabancılaştırma üniteleri’ne teslim ederek nesiller büyütüyoruz. Yeni çağ, insanlıktan beşer[46] olmaya geri dönülmüş, içindeki yabancının kendine hükmettiği avatarlar[47] dönemi olmamalıdır! Teknoloji medeniyetin meyvesidir aslında. Fakat ilginç olan şu ki, bu meyveyi ısırmayınca tatminsizlikten ölüyorsunuz, ısırınca da cennetinizden(kendi kültür dünyanızdan) kovuluyorsunuz.
Dindarlar Kendinde Mi?
Fado-Fiesta-Fotbol[48] örneğindeki gibi egemenliğini ‘kitlelere afyon üreterek’ kuran Batı, modern dönemde ‘düşünceyi algılar üzerinden yapılandırarak’ hüküm sürmüştür. Algı yoluyla her şeyi yeniden inşa edebilmektedir. Buna din algısı da dahildir. İletişim araçları pozitivizm sonrası ‘geri dönen’ Tanrı[49]’yı da işe yarayacağını fark edince esir aldı. İnsanı özüne döndürmesi beklenen din algı inşası ile oluşan yapay şekliyle artık yabancılaşmanın yeni aracı olmuştur.[50] Din huzur vermelidir. Dindar ama huzursuz, hatta huzur bozan insanlar bu yabancılaşmanın kurbanları olmalılar. Din ahlak demektir. Ahlaki sınırları kalkmış dindarlar iletişim araçlarının kurguladığı biçimiyle dini temsil eder olmakta, din algısı ve dindar profili kökten bozulmaktadır. Bu dindarlar başka bir şeye dönüştüklerinden kendine yabancılaşmış insanlardır. Dinin de özüne, aslına, esasına dönülmelidir. Din, ruh alıcı vasıtadır, mühimdir, başıboş bırakmazlar. İronik bir ifade olacak ama tespit etmek gerekir: Her dindar insan kendinde olmayabilir.
Nerede Duracak İnsan?
Şu ana kadar dile getirdiğimiz kompleks, korku ve algıdan sonra hırsı da insanı kendine yabancılaştıran baş belaları arasına eklemeliyiz. ‘Lucifer’den[51] beslenen sınır tanımaz kudret şehveti ‘beyaz adam’ı hep ‘daha çok’un peşine düşürdü. Sağladığı gücü ‘yerlilerinin kaynaklarını sömürmek’ için kullandı. Haksız güç, adaletsiz muameleyi getirdi. Bu kibirli ve muhteris kuvvet sınır tanımadı: Ekosistemle oynadı, iklimi bir saldırı aracı edindi, tohumu ve hayvanları birer hormon delisi yaptı. Genom diliyle oynadı[52]. Böylece gezegeni karşılarına aldılar. Tanrının düzenini bozanlar yerine bir düzen koymaktan aciz kalınca şimdi mavi gezegenden gelecek kara haberlerle belki de insanın kıyameti beklenir oldu! Hırs insanı başka bir canlıya çeviriyor ve böylece kendine yabancılaştırıyor.
“Büyük yabancılaşma” olarak gördüğümüz kendine yabancılaşmadan bir adım ileri gidersek karşımıza pek çok “yabancılaşmalar” çıkar. Gündelik dilimizde konuşulanların çoğu aslında bu türlerdir. Kimlik yabancılaşması, siyasal yabancılaşma, ekonomik yabancılaşma, toplumsal yabancılaşma gibi. Örneğin “ferdin kendisini bir başkasının, özellikle de bir yabancının gözü ile görmesi ve bu yargılara göre tanıyıp algılaması”[53] kültürel yabancılaşmayı[54] anlatır.
Bir Sonuca Bağlarsak…
Yabancılaşma, varlığını ilk kez teolojide hissettirdikten sonra sebebi üzerinde farklı düşünceler doğmuş ve anlamı oldukça zenginleşmiştir. Bilhassa 19. Yüzyıldan itibaren madde karşısında gittikçe itibarsızlaşan insanın kendisine, topluma, yaşadığı zamana ve mekâna karşı uzaklaşmasıyla yabancılaşma çağın sorunu halini almış oldu.
Sosyal bilimciler ortaya koyar ki toplumları ölüm döşeğine düşüren illet ‘insanların kendine yabancılaşması’dır; çünkü bu ‘çözülme’yi[55] başlatır. Toplumları tarihin mezarlığına iten bu kanserin sebebi ise “dünyevileşme”dir[56]. Çaresi ise varlığın açıklanmasından başlayarak hayatın değer eksenli biçimde baştan sona yeniden inşası olarak görünmektedir.
İnsanın insan olmayana dönüşmemesi hayattaki en temel meselesi olmalıdır. Kendine yabancılaşma dramından kurtulmak için insanın kendini insan yapan unsurları son kale gibi savunması gerekir. İnsanın bu kaleleri akıl, erdem ve doğadır: Aklını daima özgür ve işler tutmak, erdemli bir ruhla insanlık onurunu bir yana bırakmadan yaşamak ve içine bırakıldığı dünyayı gözü gibi korumak.
Yaşadığımız çağın bizleri sürdüğü zorlu ama zorunlu görev bu.
(Bu makale Ayizi Dergisi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.)
[1] Eserde hayatı çözümlemeye çalışan aydının bilinçaltındaki bunalımları anlatılır. Bu aynı zamanda bir yabancılaşma durumudur.
[2] Sisteme ayak uyduramayarak başkalaşan Gregor’un dev bir böceğe dönüşerek işine, emeğine, ailesine ve nihayet kendisine yabancılaşma öyküsü son derece çarpıcı bir yabancılaşma serüvenidir.
[3] Bürokratik bir çember tarafından kuşatılan, neyle suçlandığını dahi bilmeden sonunda sistemin ölüme yolladığı Joseph K.’nın kurban edilirken iç dünyasındaki sesler yabancılaşma olgusunu işler.
[4] Yabancılaşmanın aydın özelinde fetiş nesne örneği üzerinden işlendiği bir eserdir.
[5] Hesse, kendi dünyasında kendini arayan kahramanının iç dünyasında yaşananları psikanaliz yöntemiyle çarpıcı bir yabancılaşma misali halinde sergiler.
[6] Varoluşçuluğun bu kült kitabında varlıkla yüzleşen Roquentin’in dünya karşısında duyduğu tiksinti anlatılır. Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Roquentin’in kendi bedenine de yöneliktir. Yabancılaşma kavramına boyut kazandıran çarpıcı eserlerdendir.
[7] Eserde işlediği cinayetten ziyade annesinin ölümüne ağlamamasından dolayı yargılanan kahramanın yabancılaşma trajedisi işlenir.
[8] Kamarot Hasan üzerinden kişinin topluma yabancılaşmasını işler.
[9] Burjuva bir aydının toplumuna ve hayata karşı yabancılaşmasını, yalnızlaşmasını ve tutunamamasını güçlü irdelemelerle sergiler.
[10] Değişen toplum hayatı çerçevesinde ironik bir dille Hayri İrdal’ın yabancılaşmasını anlatır.
[11] “Daha önce ‘hiçbir şey değil’ iken insanı yarattık”(Meryem, 67)
[12] Yunan mitolojisinde Sysiphos, bir kayayı tepenin zirvesine kadar çıkarmakla cezalandırılmıştır. Kayayı zirveye tam yaklaştırdığında yeniden aşağı yuvarlanmakta ve bu döngü sonsuza değin böyle devam etmektedir. İnsan da hayatta böyle bir çaba içindedir. Öldüğünde, hayatta taşımaya çalıştığı tüm kayaların, her şeyin boş olduğunu, en başa döndüğünü bir kez daha anlayacaktır.
[13] Sanrı, aksi de ispat edilebilir olan kabullerdir. Diğer ifadesiyle, hezeyan.
[14] Neml, 64 “… Allah sürekli yaratmakta iken…” ayetinin anlamını karşılayan bir yaklaşım olarak görülebilir.
[15] Bengi Döngü(Sonsuz Dönüş) F. Neitzche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabının bütününe yaydığı varlık görüşünü oluşturan tezidir. Buna göre varlık sonsuz dönüş içindeki “oluş”tur, Ur-Eine‘dir (tek birlik-vahdet). Bütün çeşitlilik ve formlar oluşa(vahdete) dayanır ve oluşla bütündür. Nietzche şöyle der: “Yaşadığın ve yaşamakta olduğun bu hayatı, yeniden ve sayısız kere daha yaşamak zorunda kalacaksın; içinde yeni hiçbir şey olmayacak” (Friedrich Nietzsche, 1882, Şen Bilim, En Ağır Yük çev: Mete Avcı Metheus)
[16]Eski Yunan’a uzanan teori ilkin yeryüzü merkezliydi. Bunu güneş merkezli yapan Galileo oldu. Sonra Sarkaç Evren teorisini Max Tegmark yeni bir aşamaya getirdi. Tezi, Peter Lynds ve James Quirk modern yorumlara taşımıştır. Buna göre, eğer evren yeterince sabitse ya da enerjinin korunumu yasasındaki gibi sınırlıysa, Dünya’nın bütün (Hubble) hacminin tarihindeki özdeş durumlar yeniden görülebilecektir.
[17] Gott ist tot (Tanrının ölümü) Alman filozof Friedrich Nietzsche “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabında Aydınlanma düşüncesinin Tanrı’ya yer bırakmayan cüretkarlığını sergiledikten sonra der ki: “Tanrı öldü… Ve onu biz öldürdük…. Bu kanı kim silecek üzerimizden? … Hangi kefaret bayramlarını, hangi kutsal oyunları icat etmemiz gerekecek? Fazla büyük değil mi bu bize…?”
[18] Amor Fati (Kaderini Sev), yine Neitzche’nin (Sysiphos’un görevi gibi) tarihin döngüselliği tezine tepki olarak öne sürüğür itiraz ve çözümdür. “Belki en güzel kader seninkidir” kabullenişini işler. Albert Camus tarafından ise değiştiremediği kaya sınavını (kaderini) Sysiphos’un(insanın) sevmesi biçiminde açıklanır.
[19] Rollo May, “Kendini Arayan İnsan” kitabında önce modern hayatın boşluk, modern insanın içi boş olduğunu açıklar. Sonra yalnızlıktan kurtulmak için üstlenilen sosyal rollerin benlik değerini yok ettiğini (yabancılaştırdığını) sergiler. Ardından bütünleşme kavramını ortaya atar ve insanın kendini bulacağı zorlu mücadelede sevgi, özgürlük ve cesaretin temel olduğunu söyler.
[20] Varoluşçu (Ekzistansiyalist) felsefeye göre insanın gözü daima ileriye, sonlu varlığı bekleyen uçuruma(ölüme) bakar. İnsan kendi varlığını yok olmanın bunalımında fark eder. Kierkegaard’ın diliyle şöyle sorar: “Parmağımı varlığa batırıyorum hiçlik kokuyor. Neredeyim? Kimim? Buraya nasıl geldim? … Beni buraya getirip bırakan kim? Bana neden sorulmadı? Neden bana görenek ve gelenekler tanıtılmadı da, tersine, sanki bir esirci tarafından satılmışım gibi göreve zorlandım? Gerçeklik dediğimiz bu koca denemeye neden katıldım?..” Bu duygular yaşandığı sürece insan hiçlikle iç içedir. Heidegger, Dünya hapishanesinden kurtulabilmenin tek yolu bir gün yok olacağını düşünmektir, der. Bir başka Varoluşçu Sartre ise “insanın kendi kendinin yaratıcısı olduğunu” iddia eder ve bu eylemde onu kendi kendinden kurtaracak hiçbir gücün, hatta Tanrının dahi olmaması gerektiğini savunur. İnsanın kendisini bulması ise, ancak “yabancılaşmaması” yoluyla olacaktır. (Yüksel Kaynar, “ Varoluşçuluk ve Yabancılaşma”, Yönelişler, S: 11–12, Şubat-Mart 1982, s. 21-22. 21)
[21] Kafkaesk kavramı Bohemyalı yazar Franz Kafka’nın öykülerinde anlattığı karakterlere benzerliği ifade eder.. Kafka eserlerinde bilinen ve algılanan gerçeklikten kopan, başkalaşan ve uzaklaşan karakterler anlatır. Kendine yabancılaşan, kendine yabancılaştıkça topluma da yabancılaşan karakterlerdir bunlar.
[22] İsmet Özel, Üç Mesele, Teknik-Medeniyet-Yabancılaşma, İst., 1984, s. 81-87
[23] Ra’d, 28: “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”
[24] Ahkaf, 13 : “Rabbimiz Allah’tır deyip, dosdoğru yol üzerinde durmaya devam edenler için, korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” Rab: bir şeyi yetkinlik noktasına varıncaya kadar kademe kademe inşa edip geliştiren.(TDV Ans.)
[25] Türklerin önemli kültür kaynaklarından olan Kutadgu Bilig’de devlete “il” denir. İl, eserin yazıldığı dönemde “barış” demekti. Yani devlet uzlaşıyı sağlayan “baba”dır. Türklerde babaya/devlete isyan hoş görülmez.
[26] Leviethan (Ejderha, canavar) sözleşmeci kuramcıların (Hobbes, Locke, Rousseau) devletin her şeyi egemenliğine alan ve hakların tek tek ve söke söke elinden alınması gereken bir canavar olduğu nitelemesidir. Bu yaklaşım devlete isyan kültürünü temellendirir.
[27] Homo homini lupus (insan insanın kurdudur)Batı kültüründe yaygın olan latince bir atasözü. Sözleşmeci kuramcılar doğa durumunda insanların birbirinin düşmanı olduğu kötücül yorumuyla toplumsal uzlaşma teorisini açıklarlar.
[28] İslam inancına göre insan (hangi zamanda ve hangi toplumda olursa olsun) fıtrat üzere (el değmemiş temizlikte) doğar. Dünyaya günahsız geldiği kabul edilir. (Rum, 30/30)
[29] Ortodoks, Katolik ve Protestanlar “aslî günah”a inanırlar. Onlara göre Adem günahsızken yasak meyveden yemekle günahkar olmuş ve artık onun çocuklarına bu günah kıyamete değin geçmektedir. Vaftizle bu günah ve diğer günahlar çıkarılabilir. Yahudilik aslî günah nedeniyle günahkar doğulmayacağına inanır ama Adem’in çocuklarının kıyamete kadar suça meyilli olacağını, bunun nedeninin aslî günah olduğunu kabul eder. Hint inanışlarında yer alan “karma” düşüncesi, insanın tüm atalarının günahlarının aktarımından söz eder. İnsanın kendini sevmemesi(kendine yabancılaşması) işte tüm bu yaklaşımlarda temellenir. Kendiyle barışık olan “insanın doğası temizdir” inanışı sadece İslam dininde bulunur. İslam’a göre aslî günah işleyene, yani Adem’in kendisine aittir, zaten o da bu yanlışı “bir anlık unutkanlık” nedeniyle yapmıştır. (Bkz. TDV İslam Ansiklopedisi, Aslî Günah md.)
[30] Hobbes’un doğa durumunda insanların birbirinin kurdu olduğuna ilişkin açıklaması.
[31] Kafka’nın “Dönüşüm” romanında bir böceğe dönüşen insanın en yakınları tarafından aşağılanarak terk edilişi olayı.
[32] Aristo’nun “insan düşünen hayvandır” mottosu. Fatır Suresi 44. Ayet aklını kullanmayanların hayvanlardan da aşağı olduğunu belirtir.
[33] Dinlerin aziz, veli, üstat gibi katmanlarda insanın günahsızlığına inanması.
[34] Yabancılaşma kavramı için bkz: Kızılçelik, S. 1994, Sosyoloji Teorileri II, Konya, Emre Yayıncılık
[35] Fromm, Erich (2006). Sağlıklı Toplum, Çev. Yurdanur Salman ve Zeynep Tanrısever,
İstanbul: Payel Yayınları, S. 116. Fromm’a göre yabancılaşma “herkeste görülen bir kişilik hastalığıdır.”
[36] https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/926136 s. 136.
[37] Karl Marx tarafından geliştirilen insanın emeğine yabancılaşması ile başlayan sanayi toplumundaki sömürülen insanın dramını anlatan teori.
[38] Anomi bir yabancılaşma türüdür. “İntihar” kitabında Durkheime ve “Çağdaş Toplumun Bunalımı” kitabında Merton tarafından geliştirilmiş bir kavramdır. Dayanışmanın ortadan kalkarak fert için toplumda kuralsızlığın egemen olmasıdır. Örneğin laiklik nedeniyle dinin ferdileşmesi ve toplum hayatında dikkate alınmaması kuralsızlığa neden olur. Köyden gelen birey geleneksel değerlerinin kent toplumunda geçersiz olması nedeniyle uyumsuzluk yaşar. Ferdin değerleri toplum tarafından karşılanmaz. Bireyin toplumla uyumsuzluğu anomi, çaresizliği ise(alienation)yabancılaşma doğurur. Bu iki durum yumurta tavuk metaforu gibi birbiriyle iç içedir.
[39] Felsefede ve beşeri bilimlerde “manevi”(tinsel) kavramı sadece “dini” demek değildir. Aile, emek, düşünce, gelenek… gibi olgular da manevi değerleri ifade etmektedir.
[40] Modernite, teknoloji, kentleşme, üretim ve ürün vs.
[41] https://www.sosyalarastirmalar.com/articles/alination-phenomenon-and-the-novel-krk-mantolu-madonna.pdf
[42] Esse Est Percipi (Var olmak algılamaktır) /George Berkeley’in açıklamasıyla: Bir şey algılanmıyorsa var olamaz. Var olmak sözcüğünün bir anlam ifade edebilmesinin tek yolu, o şeyin algılanmasından geçer. Dolayısıyla varlık algılandığı biçime bürünür. Algı, olguya aşkındır. Yani algıda gerçeklikle zihin arasında bir kopuş vardır.
[43] Gasset, Ortega, Y. (2003). Kitlelerin Ayaklanışı, çev. Koray Karaşahin, İstanbul: Babil Yayınları. S. 98-99.
[44] Prof. Nabi Avcı’nın kitle kültürü, enformasyon toplumu ve iletişim devrimi kavramlarını tartıştığı eseri. En ileri ülkelerde bile iletişim araçlarıyla düşünme gücünün nasıl esir alındığını, beynin nasıl ve hangi amaçlar için robotlaştırıldığını ve bireyin kitle seli içinde nasıl saman çöpüne çevrildiği çarpıcı örneklerle anlatılır.
[45] Goethe’nin aktardığı bu Alman efsanevi hikayesinde köyü fareler basar. Farelerden kurtulmak için köylüler bir kavalcıyla anlaşır. Fareleri kavalıyla alıp götüren kavalcı ücreti ödenmeyince bu sefer rengarenk giysileriyle köyün çocuklarını kavalının peşine takıp götürür. Köylülerin bir türlü kendine getiremediği çocukların kavalın büyüsü altında ölmeleriyle hikaye biter.
[46] Beşer sadece fiziki varlık, insan bu maddi varlığa manevi değerleri (akı, dinleme, gözlem, muhakeme vs. gibi programlar) yüklenmiş varlıktır.
[47] Avatar, Hint mitolojisinde tanrıların yeryüzüne geldiğinde bedenlendiği insan sureti. Bilişim alanında gerçeği gizleyen sanal kimlik. Metinde insanların bedenlerinde kendilerine ait olmayan başka akıl ve duyguları kendisinin sanarak eyleme geçmesi durumu anlatılmak istenmiştir.
[48]“Fado(Fâtıma/din), Fiesta(Eğlence), Futbol(Şov sporları)” üçlüsü ile ülkeyi kolay yönetmesinin sırrını açıklayan ünlü Portekizli diktatör Salazar’ın ünlü sözü. Arslan, Osman, “Salazar Salazar Duy Sesimizi”, Çınar, Yıl:5, Sayı:59-60, Ekim-Kasım 1999, ss.9,15.
[49] “Tanrı Geri Döndü” The Economist’in yayın yönetmeni John Micklethwait’in İnancın küresel boyutta yeniden canlanışının dünyayı nasıl değiştirdiğini ele aldığı 2010 tarihi eseri küresel çapta etki yapmıştır.
[50] 70’li yıllardaki sosyalizmden, 80’li yıllardaki faşizmden, 90’lı yıllardaki liberalizmden sonra ikinci milenyum ile birlikte yeni algı yönetimi merkezi din olmuştu: Özgün içeriği boşaltılıp afyonla doldurulmuş, araçsallaştırılmış bir yeni din algısı!
[51] Hristiyanlıkta genellikle Şeytan’ı tasvir etmek için kullanılan bir isimdir. Ayrıca Şeytan’ın oğlu olarak da bilinir. Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan öyküsü Lucifer’i kirin ve hırsın sembolü yapar.
[52] Genetik bilimi aracılığı ile mitolojideki at-insan Kentauros, boğa-insan karışımı minotaur, kuş kadın Harpia gibi varlıkları andıran yaratıklar üretti. Üstelik mitolojik rejenerasyon canlıları (sürekli kendisini yenileyen organlara sahip canlıları) üretme yoluna girdi.
[53] Vahdettin Işık, II. Meşrtiyetten Günümüze Kültürel Yabancılaşma, http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/41994.pdf
[54] Teber, Ş. 1990, Politik Psikoloji Notları, İstanbul, s. 143.
[55] Tolan, Barlas, Toplum Bilimlerine Giriş, Adım yy. Ank. 1991, s. 275. İbn-i Haldun, Mukaddime, c.1. s.510; Sorokin, Pitirim A., Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, Çev. Mete Tunçay, Bilgi Yy. Ank. 1972, s.86.; Toynbee, Arnold J., Tarih Bilinci, İst., c.2. s.309. . Yabancılaşma kavramı için bkz: Kızılçelik, S. Sosyoloji Teorileri II, Konya, Emre Yayıncılık, 1992.
[56] Çöküş sosyolojisi için kaynaklar: Durkheim, Emile, İntihar, Çev. Ö. Ozankaya, TTK Basımevi, Ank.,1986,s.370-379.; Meriç, Cemil, Mağaradakiler, İletişim Yy. İst., 1991 s. 311.
Bir yanıt yazın