“Iste elim, Acizlikte Ustadır”
Ne söylense ten üstüne; rûha değmiyor kelâm.
Ne dinlesem telden, gönülden esintiler vermiyor. Ne işitsem aksisedâ; ‘kendi sedâ’ duyulmuyor. Köksüz mânâlar yüklü ipsiz sözler; kelime bakraçlarıyla mânâ soframıza dirhem değer getirmiyor.
Kelimeler büyütüyor çocukları.
Kelimelerinin mânâsı kadar büyür, sayısı kadar güzelleşir insan. Köksüz kelimelerin çocukları da ipsiz olur; ruhsuz kelimelerin evlatlarında maneviyatı ne yeşertecek? İğreti ve çirkin kelâm, alanı da satanı da kendine benzetir. Nefisle boyanıp tene sıvanarak dökülüp saçılan kelimeler canları rûha uyandırmıyor.
Her kelime bir rüzgar esintisi; Bulutları taşıyıp rahmete de boğar rüzgar; ateşe körük olup yangına da yol açar. Sizin kelimeleriniz neyi tetikliyor; iman ve sevgi yağmurunu mu, nefsin isyan ateşini mi? Hangisini?
Üstadın ‘hesaplaşma’sı bunun içindir ki çetin geçer mısralarında:
“Rûhuma bir kefen bezi yeter de,
Yetmez aç nefsime sırma ve ipek!
Çâre yok yüzünden düştüğüm derde,
Yesem de toprakla karışık kepek.
Güneşle bir tutsam girmez hizâya,
Dar bulur, sığmam der dipsiz fezâya!
Kuyruk sallar, sonra hırlar ezâya,
Benim nefsim, benim nefsim ne köpek!”
Şu köpek benzetmesini insan abartılı ve yanlış bulacakken; gözünün önüne Filistin, Irak işkenceleri geliyor. Ve “az bile!” diye esefleniyor; Âkif’in tasviriyle “Sırtlanları geçmiş beşer yırtıcılıkta!” denecek derekelere alçalabiliyor insan!
‘Akıllı canavar’dan kötüsü ve tehlikelisi ne olabilir? Dağda bir canavar olsa eline tüfeği kapan köylü çıkar temizlemeye; koyunlarını, tavuklarını koruyacak! Şehirde bir canavar olsa herkes düşer peşine! Ya şu canavarlıkları seyredip duran halimize ne demeli! Bu memlekette ‘Tülin’le Caner’in aşkı’ kadar konuşulmamıştır, hapishanede sistemli tecavüz ve işkenceye uğrayan Iraklı kadının bize gönderdiği mektup: “Eğer kardeşimizseniz, insan veya Müslümansanız gelin ve bizi öldürün! Bu insanlığımızdan utandırtan iğrençliğe artık tahammül edemiyoruz!”
Bizden bir kişi bile gidememişken, gidenler de mazeretler bulup dönmüşken Amerikalı, Avrupalı savaş karşıtı insanlar Filistin’de İsrail saldırılarının hedeflerine oturup, tanklarının önüne dikilip ‘kalkan’ olabildilerse ne demeli aynalara?
Fakat, pek hassasız birader: ‘aman içimiz kararmasın’!
Biz ‘Akademi Türkiye’ ile yatıp ‘Popstar’ ile kalkmaya, ‘Türkstar’ı konuşmaya devam edelim! ‘Gelinim olur musun’ evinde Semra’nım’ın kaynanalığına bakıp ‘Bir Yıldız Doğuyor’larda geceleri yaşayalım… Kimbilir; belki de içimizi karartan, gerçekte bu halimizdir! Hep bunları konuşunca kararıyor kalpler… Kalbe vuruyor konuşulanlar, kalbe…
Kelimeleriniz, aynalarınız: Herkes ağzından çıkan adam!
Zira kelimeler, mânâları yürekte yüklenip gönderilen duygu ve düşünce katarlarıdır. Ağzınızdan çıkan yüreğinizdir. Öyleyse ‘yüreğiniz ağzınızda’ konuşmalı değil misiniz?
“İnsanda bir et parçası vardır ki, o iyi olursa iyi olur insan” diyen dünya hayatına gelen son elçi, ne ürpertici ikaz ile sarsmıştır bizi: “O et parçası ‘dil’dir!”
Dil’in de düsturunu vermiş güzel ahlâk sahibi; o da: “Ya hayır söyle, ya sus”tur! Daha ne! Dilimize mukayyet olalım, yeter.
Yûnus demiş sözün özünü:
“Sözünü bilen kişinin,
Yüzünü ağ ede bir söz.
Sözünü pişirip diyenin,
İşini sağ ede bir söz.
Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı,
Bal ile yağ ede bir söz.
Kişi bile söz demini,
Demeye sözün kemini,
Şu cihân cehennemini,
Sekiz uçmağ ede bir söz.”
Fakat, heyhât! Bu duygular yeni nesle tekâüt geliyorsa, hüzün düştüyse gözden, eğlence amel yolu olduysa, vurgunun üzerinde durgun oturmak olmuşsa mahâret; sanki yatakların baş ucunda sürekli duran adamsendecilik serumları damar yollarına takılı gibi halkın, her sabah vurdumduymaz uyanacaksak bana dokunmayan yılanlara; ruhlar istiflenmiş, düşünceler depolanmış, tempolu ritimler akan kulaklıklarla tıkalı işitme yolları ‘uyaran ve çağıran sese’ karşı engelli kılınmış ise; acizlik ezberletilmişse ne yapmalı?!
Somurtan çehrelere aldırmadan, gönüllerde insaniliği diriltecek, aşk şamarı gücünde kelimeler bulmak istiyor insan.
Kelimeler bulmalı… Kanatları olmalı onların; taze düşler, ümit dolu gülüşler armağan etmeli onlar.
Bu zifiri geceye her kelime bir havai fişek gibi parlamalı. Her dil bir aydınlık ateşi fırlatmalı. Gökyüzü ışıktan çiçeklerle parıldamalı mazlum ve masumlara. O zaman “varız”, diyebiliriz; “biz insanlar, varız, buradayız!”
İşte böylesi kancalı duygular, iğneli düşünceler; ruhumu büklüm büklüm katlıyor, içimi daraltıyor.
Hangi taşı fırlatayım; İbrahim’in ateşine neyle su taşıyayım?
“Âh bu gönlüm yine giryân, hastadır,
Derdimin dermanı hangi tastadır,
İşte elim, acizlikte ustadır!”
Ne yapmalıyım?
Saat de 09.15 olmuş. Yine duvarımın sol köşesine düşen ışık hûzmeleri, beyaz bir perdede canlanır gibi Kırçıl Dedemi uyandırdı.
“Hoş geldin Dedeciğim. Halden bilen birisin, imdadına ihtiyacı var kalbimin.”
“ Târihin başı döndü kuruldu yine Bâbil!
Kulelerin başında her yürek bir ebâbil,
Al boynumu Hak yoluna ebediyen tebâ bil,
Şu ateş zemîninde serin bir adadayım,
İbrahim niyetine yakılmaya adayım.
Yüreğinden vurulmuş karanfiller ağlıyor,
Son Timûr ordusunda kalan filler ağlıyor,
Zulmün ayak altında naîf iller ağlıyor,
Atlasım kavrulurken uzak bir vahâdayım,
Kardeşlerim kuyuda, ben engin sahâdayım.
Nerde o şeydâ gönül, hanidir altun çağlar?
Gök kubbede mâtem var, üstüme şal; tunç ağlar,
Yer yüksünür, gök çatlar ve ihtimâl tunç ağlar,
Ciğerimde kor ateş, çılgınım; çıradayım,
Tanrı Dağı, Altay’da, Toros’da, Hîra’ dayım.”
Ve gitti. Kayboldu. Dedeciğim, anlıyorum; Kelimelerin seçile seçile söylendiği şiir yoluyla cevap verdin bu sefer de.
Hem heyecanını, ıstırabını anlattın, hem neden orada olamadığını! Çilesini çekmenin mücadelenin hazırlığı olduğunu anlatarak bitirdin. Ve adananı olmayan bir davanın da zaferi olamayacağını anlattın.
Teşekkür ederim.
Bir yanıt yazın