İsviçre’ye Dair
Uçak’ta, İsviçre semalarına yaklaştığında gittikçe göğe doğru yükselen bir ülke seziyorsunuz. Dağlık, tepelik, yükseltiler arasında kıvrılan vadiler ve bir mavi boncuk gibi duran irili ufaklı göller, engebeli ve ormanlık araziler. Karadeniz geliyor aklımıza ama daha çok Kafkasya tarafını andırıyor. Sanki yer göğe doğru tırmanıyor, ya da bulutlar yeryüzüne eğilmiş. Bulutlarla perdeli yüksek bir yerdeyiz… Güneşi görmek bir mutluluk nedeni bu ülkede…
Havalimanı, ilkin ferahlığı ile dikkat çekiyor. Bagajımızı alacağımız kısma götüren banliyö trenine bindiğimizde, ilginçlikler başladı: Trende inek ve koyun sürülerinin çıngırak ve meleme sesleri, Alplerin ülkesine geldiğimizi hatırlatıyordu. Trende pencere camında yansıyan ve insanların yüzünü bakmıyormuş gibi yapıp göz kaçırarak seyretmek zorunda bırakmayan bir yöntem bulmuşlar; pencerede ekran oluşuyor ve gülümseyen bir bayan yüzü size hitap ediyor. Sonra Alplerin ormanlarından karlı zirvelerine doğru yükselen görüntüsü kaplıyor ‘pencere-ekran’ı. Banliyöden inince yine kapalı geniş mekanlarda canlı, hareketli reklamlar dönmeye başlıyor…
7 milyon nüfusun yaşadığı İsviçre’de en büyük kent olan Zürih 200 bin nüfuslu. Cenevre ve Davos gibi Lozan ve Başkent Bern de önemli merkezlerini oluşturuyor. İsviçre’de asgari ücret 3 bin Frank. Yani 5 bin lira civarında. Türk parası geçmiyor, bozduramıyorsunuz bile. İşsiz yok. Çalışmayan herkese asgari ücreti ve tüm ihtiyaçları veriliyor. Konuşulan otuza yakın dil arasında 4 resmi dil var. Almanca’nın aslı burada konuşuluyor. Fransızca, İtalyanca ve yerli bir dil de var… 1290 yılından bu yana yaşanmış canlı bir tarihi var İsviçre’nin.
Gördüğümüz İsviçre bayraklarının bulunduğu binaları resmi kurumlar sandık ilkin. Oysa resmi kurumlar hiç öyle bayrak asmaz ve bulundurmazmış. Bu bayrakları asanlar meğer özel kişilermiş, evlermiş. Ve İsviçre Türkiye milli maçı sonrasında bu bayrak duyarlılığını Türklerden görerek geliştirmiş İsviçre halkı. Fakat hiçbir inat ve karşıtlık emaresi göstermeden yapıyorlarmış bunu; bir imrenme havasında gelişmiş bu eğilim.
Havalimanından başlayarak ilk izlenimim şu oldu: Bu ülkede hiçbir lüks yok. Her şey abartısız şekilde ihtiyaca hitap ediyor. Şatafat, gösteriş, lüks ve israf hiç yapılmamış. Yollardan makinelere kadar her şey ihtiyaca göre düşünülmüş.
Çevre yemyeşil. İp gibi ve upuzun ağaçlardan oluşan ormanlar. Büyük olmayan, onbinlik yerleşim birimleri… Ferah sivri uçlu üçgen çatılarıyla tarihten geldiğini düşündüğünüz evler. Yeni bir tek bina bile bulamazsınız. Otantik, özgün İsviçre evleri… Her biri bahçeli, açık alanlarda nezih ortamları yaşatan evler. Ama en büyüğü 70 metrekare olan evler. Bu evlerin 50 metrekareliğinin bedeli ise yaklaşık 500 bin TL. İnsanlar ev almıyorlar burada. Yıllık yüzde 3 faizle ev kredisi çekip, krediyi de değil sadece yüzde 3 faizini yıllık ödeyerek bankanın kiracısı oluyorlar bir çeşit. Sanki kapitalizmin komünizmle izdivaç ettiği bir yerdeyim. Ya da kira ödüyorlar. Kiralar da yüksek; bin Franktan aşağı kiralık ev bulamıyorsunuz.
İsviçre Sokaklarında yaşam
İnsanlar da son derece sade ve temiz giyiniyorlar. Gösterişten uzaklar. İnsanların kıyafetine hiç önem verilmiyor, önemli olan iletişim becerileri. Kıyafetler sıradan belki, fakat söyleyeceğimiz tek tanımlayıcı söz sade ve temiz olması.
İlginçtir; herkes gülümsüyor. Selam vermeyen bayan, bay kimse yok burada. Herkes, herkesin farkında. Kimse kimseyi boş vermiyor. Kimse kimseyi yargılamıyor. Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanlar bir arada yaşıyorlar. Ama din bu ülkede yaşamın önemli bir faktörü olmaktan çok uzak. Kimse kimsenin inancına karışmıyor. Saat başı çalan çanlar bizim gibi alışmamış insanlar dışında kimseyi rahatsız etmiyor. İsviçre halkı dine saygılı fakat dindar değil.
İsviçreliler genellikle çok yaşlı insanlar. Sokakta neredeyse çocuk göremiyorsun. Bu yaşlı toplum nüfus artış gücünü de durdurmuş. Son otuz yıldır 9.800 olan nüfusu, bir köyün, 10 bin olamamış…
Gülümsemeyen kimse yok. Selamlaşmayan kimse yok. Herkes ‘merhaba’ demek için fırsat kolluyor sanki. En güzel gülümseyenlerse bana öyle geliyor ki burada yaşayan Türkler.
İsviçre kantonlarında komünal yaşam süren toplumlar var halen. Doğrudan demokrasi uygulanıyor buralarda. Her kanton federasyon yasalarına aykırı olmayan iç yönetim yasalarını farklı farklı çıkartıyorlar. Aynı yasayla gideceğiniz 50 km.lik bir mesafe yok bu ülkede. Hatta aynı dili konuşarak gideceğiniz 50 km bulamıyorsunuz. Fakat farklılıkların saygı ve kurallar çerçevesinde birlikte yaşamasının mükemmel örneği sergileniyor. Bir tek adli olay bile yaşanmıyor aylarca.
Polis göremiyorsunuz sokaklarda. İnsan, yolunu kesecek, sorgulayacak birilerini hayal bile etmiyor. Asker yok. Ordunun tamamen kaldırılmasını konuşuyorlar. Belediye Başkanları var; ama ya işçi, ya çiftçi. Bu işten geçinmiyorlar. Belediye Başkanları işçi oldukları fabrikaya bisikletlerine binip gidip geliyorlar. Vali, var. Fakat ne işe yaradığını bilen yok.
Memurlar işlerine bisikletle gidip geliyorlar. Tüm ülke demiryolu ile sarılmış. Demiryolunu kullananların bu masrafları vergilerinden düşülüyor. Bizim genellikle gezdiğimiz Zürih’le Kostanz arası bölgede üç kent ve 20 kadar kasaba gördük. Sanırım bu koca alanda sadece dört tane ışıklı kavşak vardı. Trafik lambası bile yok. Bir dönel kavşakla iş çözülmüş…
İlginçti; petrol istasyonuna giriyorsunuz, pompacı yok. Kendiniz pompayı alıp benzini dolduruyor, gidip kasaya ücreti kendiniz ödüyorsunuz. Bir petrol istasyonunda bir tek kişi var; kasada duruyor. Fakat ülkemizde bir benzinlikte verilen tüm hizmetler görülüyor.
Geniş arazilerde ip gibi kıvrılarak uzayan yollar bisikletle gezinen insanlarla dolu. Üstelik araçların hepsi yeni ve neredeyse sedan tipi yok gibi. Tamamen bagaj tipi vagon modelinde olan araçlar, kural ihlalini asla yapmıyor. Hemen hemen kimse trafikte kural ihlali yapmıyor. Yayaların ise tam anlamı ile saltanatı var. Bir yayaya dokunmak olabilecek en kötü şey bir sürücü için. Ülkelerin trafik kaza sicilleri istatistiki olarak tutuluyor ve bir yabancı sürücü eğer çok kaza olan bir ülkeden geliyorsa ona az veya hiç kullanmama gibi cezalar verilebiliyor.
İsviçre’de geyikler görsel bir zevktir. Ve burundan hiç gitmeyen tezek kokusu…
Hırsızlık, gasp, cinayet, tecavüz gibi suçlara hiç rastlanmıyor. Arabasını açık bırakmış arkadaşımız, gidip kilitlemeye gerek duymuyor. Bir şey olmaz, diyor. Son hırsızlık olayı yedi yıl önce miydi, beş yıl önce miydi diye tartışıyorlar. Yolsuzluk, hiç lügatlerinde yok.
Fakat…
Fakat çocuk kaçırma olayları oluyormuş ve bir türlü çözülemeyen bu olaylar nedeni ile çocukların üzerine titriyorlar.
Bu ülkenin en büyük işkencesi yemek konusunda. Çörek, börek, pizza… Başka bir şey bulamıyorsunuz. Lokantalar bile self servis genellikle.
Tuvaletlerde su kullanılmaması ilk ayıpladığım şeydi. Garip bir korku, dış görünüşü temiz olan insanların pisliğini düşünmek midenize dokunuyor…
Beş güne yakın duş alamadığımız için bir banyo aradık. Girmeye teşebbüs ettiğimiz saunada donla girmek yasaktı. Hüseyin Yeni ve Suat Bey’le ‘bize ters’ diyerek girmedik saunaya… Bu ne gariplikti; don giymek kabahat oluyor(!)
İnsanlar çok çalışkan. Sabah 6 akşam 6 iş saati. Fakat dışarıda gördüğünüz mükemmel düzeni bırakıp insanların iç dünyasına girince karmakarışık bir dünya görüyorsunuz. İnsanlar mutsuz. Bunalımda. İnsanlar yalnız ve dertsiz. Hedefsiz kalmış gündelik yaşayan insanlar var. İşe giden gelen… Robotlaşmış insanlar… aşama sevinci yaşayan az insan kalmış…
Çok yararlı oldu yazınız. Teşekkürler 🙂
valla bu ülkede yasada gör nasil bir Allah in belasi ülke oldugunu 🙂