ROMANLARDA TEHCİRİN YOLCULUĞU
Dr. Osman ARSLAN
“Tehcir Romanları” konusuna ilk Türkçe romanın Vartan Paşa’nın Ermenice alfabeyle Türkçe olarak yazdığı “Akabi Hikâyesi” (1851) olduğunu, Arnavut Sami Fraşeri’nin “Taaşşuk-u Talat ve Fitnat”ından (1872) yirmi sene önce yazıldığını hatırlatarak başlayalım. Konuyu buradan açmamız eski bir tartışmaya da işaret etmek içindi: Türk edebiyatının Ermeni edebiyatının etkisi altında geliştiği yönündeki Arşag Çobanyan’ın iddiaları ilkin etki doğurmuştu. Bu iddiaları “Türk Edebiyatının Ermeni Edebiyatı Üzerindeki Tesirleri” makalesi ile M. Fuat Köprülü çürütmüştü. İç içe iki toplumun edebiyatlarındaki benzerliğin hangisinin diğerinden önce olduğunun tartışılacağı düzeyde olması konumuz bakımından da anlamlı olabilir. Zira Ermeni toplumuna “Hıristiyan Türkler” denmesine yol açan benzerliklerin önemli bir kısmı kültürel alanda durur.
Zorunlu Yolculuk
Şüphesiz Türk ve Ermeni toplumu arasındaki ilişkinin en çok tartışılan tarihi olayı tehcir(Zorunlu Yolculuk) hadisesi olmuştur. Böylesine geniş çaplı ve dramatik bir vakıanın edebiyata konu olmaması düşünülemezdi. Ancak Osmanlı son döneminden başlayarak edebiyatımızda müstakilen tehcir olayını ele alan bir romanı yakın tarihlere kadar göremiyoruz. Bununla birlikte değiniler ve göndermeler yoluyla tehcire ilişkin bazı fikirlerin açıklandığı çalışmalara da rastlayabiliyoruz. Konuyu üzerinde durmayı amaçladığımız son dönem romanlarına getirmeden önce romanlarda tehcire yaklaşımın geçirdiği aşamaları tespit edebilmek bakımından tarihten günümüze romanlardaki tehcir temasının ele alınış biçimini gözden geçirmekte yarar görüyoruz.
İlk Dönem Romanları: Ermeniler Tehciri Hak Etmişti
Ömer Seyfettin uzun hikaye türünde yazılmış “Ashab-ı Kehfimiz”(1918) adlı eserinde “ânâsır-ı Osmanî”nin ihanetlerini Osmanlıcılık düşüncesinin boş bir hayal olduğunu göstermek için işlerken tehciri de ele alır. Seyfettin, ana karakter olan Dikran Hayıkyan adlı Ermeni gencin 1909-1925 yılları arasında tuttuğu günlükler aracılığı ile dile getirir bu düşüncelerini. Eserde tehcir olayının “Ermenilerin yapmak istediği Türk soykırımını engelleme amacı taşıyan vicdanlı bir mukabele” olduğu dile getirilir. Halide Edip’in “Ateşten Gömlek” (1922) romanında “Avrupalıların yoldan çıkartarak Türklere zulme sevk ettiği Ermenileri kırmaya bizi mecbur bıraktıkları” fikri işlenir. Yakup Kadri’nin “Ankara”(1934) romanı, kahramanı Selma Hanım’ın farklı zaman dilimlerinde birlikte olduğu üç erkek üzerinden anlattığı Milli Mücadele öncesi, zafer sonrası ve hayalindeki Ankara olmak üzere üç dönemde Ankara’yı anlatır. Bu anlatımlar içinde “tehcir sonrası aniden zengin olan bazı insanların cephe gerisindeki bekleyişlerini” eleştirel imalarla gösterir. Bir tarihçi de olan Mithat Cemal ise “Üç İstanbul”(1938) romanında “Diyarbekir’de bir Türk bir Ermeni’nin nasırına bassa düvel-i muazzama Galata’ya gemi gönderiyor” diye özetlediği şartlarda Ermenilerin kapıldığı milliyetçi propagandaları da sergileyerek savaş yıllarında “önden vuran ve arkadan vuranlara katılarak Ermenilerin bizi yandan vurduklarını” öne çıkartır. Hikmet Ilgaz’ın “Şark Yıldızı” (1953) romanı o dönemde artan soykırım propagandasına karşı cevap olarak yazılmış olduğunu önsözünde açıklar. Şark Yıldızı romanı Ermenilerin öteden beri ve halen Türkiye’de hiçbir sorunu olmadan yaşadığı, Dünya savaşının kritik yıllarında Ermenilerin büyük devletlerin vaatlerine kanarak “işledikleri caniliklerle kendilerini zorla tasfiye ettirdikleri” fikrini işler. Bu düşünceyi izleyen başka bir kitap da Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa”(1963) romanıdır. Küçük Ağa’da Ermenilerle hayatı paylaştığımız yıllardan ihanet yıllarına gelindiğini dile getiren pasajlara rastlarız. Hain Ermeni tipi olduğu gibi “millet-i sadıka” karakterini koruyan Dr. Minos gibi kahramanlar da yer alır romanda.
İkinci Dönem: Karşılıklı Kıyım Oldu
Orhan Kemal “Kanlı Topraklar”da (1963) Çukurova’da tehcire tabi tutulanlara ait malların bazen fırsatçılar, bazen resmi güçler, bazen da anlaşmalı biçimde fırsatçılar lehine nasıl el değiştirdiğini vurgular. Kemal Tahir romanlarında ise Türkler için meşru müdafaa vurgusu yapılır, karşılıklı kıyım olduğu ve tehcir sonrası Ermeni mallarına el konulduğu değerlendirmeleri yer alır: “Yorgun Savaşçı” (1965) romanında roman kahramanı Cemil’in ağzından arkadan vuran Ermenileri hedef alan ifadeler yansıtılır. “Kurt Kanunu” (1969) romanı “Adamı keserken kendi kafanın kesilmesini de göze alarak kabul ediyorsun vatan için” yaklaşımını sergiler, öte yandan “binlerce adamın kesilmesi gerekir miydi?” sorusunu sorar. Tahir’in köy romanları üçlemesi olan Yedi Çınar Yaylası (1958), Köyün Kamburu (1959) ve Büyük Mal (1960) dizisinin sonuncusunda “tehcir sonrası el konulan Ermeni malları ve mahalleleri” vurgusu yapar ve “Ermenilerin arkadan vurmasına karşı hükümetin meşruiyet dairesinde ancak ‘sür emri’ verebildiği, ama bunun ‘vur emri’ gibi anlaşılması gerektiği” yaklaşımını sergileyen aktörlerin varlığını gösterir. Böylece suçlama da içermeyen biçimde karşılıklı kıyım yapıldığı mesajını verir. Yaşar Kemal “Demirciler Çarşısı Cinayeti” (1964) ve “Yağmurcuk Kuşları” (1980) kitaplarında Çukurova’da tehcire uğrayan Ermenilerin malları üzerinden yeni zenginlerin türediğini hicivli üsluplarla işler. Hatta Kimsecik üçlemesinin ilk kitabı olan Yağmurcuk Kuşları’nda Türkçe romanlar içinde Türklerin Ermeni kırımı yaptığından ilk defa söz edilir, Ermenilerden kalan malları “yuvası bozulan kuşun evinde öteki kuş barınamaz” gerekçesiyle almak istemeyen Kürt Ağa’ya öfke kusulur ve bir Sofi’nin “cenneti garanti etmek amacıyla Ermeni Onnik’i öldürmek için kendisine teslim edilmesini istemesi” gibi tuhaf yaklaşımlar karşımıza çıkar. Bu dönemde gittikçe artan Ermenilere kıyıldığı yönündeki edebi çalışmalar ve bütün bu romanlar arasında 1974 yılında yazılan tepki niteliğinde bir eser dikkat çekiyor: Barbaros Baykara’nın “Nefret Köprüsü-Şırzî” romanında Ermenilerin ansızın yapacakları bir gece ayaklanmasıyla doğudaki tüm Müslümanları yatakta basıp katletme planının kendi hataları yüzünden deşifre olarak önlenmesi, buna mukabil karşı kıtaller ve tehcire yol açan kargaşa işlenir. Zebercet Coşkun’un “Haçin” (1983) romanı da tehcirle 1915 yılında giden Ermenilerin 1919’da Fransız işgal güçleriyle birlikte Adana’nın kasabası olan Haçin’e (Saimbeyli’ye) geri dönmesi ve dönenlerin düşmanla işbirlikçiliğini kınayan bir eser. 1973’lerden başlayan tepkinin 1980’lerde de devam ettiği ve bu dönemde yayımlanan romanlarının tehcire milli tezlerle baktığı söylenebilir: Ayhan Büyükünal “Nerede Kır Çiçeklerim” (1973), Ali Fuat Ayral “Kizik Duran Geliyor” (1973), Mustafa Yeşilova “Kopo” (1978) ve “Karasu (1981), Ahmet Dumlu “Düşman Yarası” (1982), Turgay Daloğlu “Ermeni Zulmü” (1983) bunlardan bazıları.
Üç Tür Yaklaşım Gelişti
İlk yıllardan itibaren ilerleyen süreçte görülmektedir ki milli tezi veya Ermeni tezini savunan iki yaklaşım romanlarda belirginleşmiştir. Artık yeni yazılan romanların bu kulvarlardan birine oturduğu gözlemlenebilmektedir. Özgürlüğün kısıtlanmasının edebiyatı nasıl etkilediğinin somut bir örneğini sergiler gibi Türk Romanında 12 Eylül ihtilali sonrası başlayan tehcir suskunluğunun demokratikleşme hamlelerine sahne olan 2000’li yıllara doğru yeniden kırılmaya başlandığı görülür. Ancak bu dönemde tehcir konusunun romanlara dönüşünde oransal bakımdan Ermeni tezine yer vermede bir güçlenme çizgisi de fark edilmektedir:
Bu dönemde yayımlanan Ahmet Günbay Yıldız’ın “Figan” (2000), Ahmet Ümit’in “Patasana” (2001), Erdal Erkut’un “Asala’dan Bir Kız Sevdim” (2005) Reha Çamuroğlu’nun “Bir Anlık Gecikme” (2005) ve Şevki İşbilen’in “Hz. Davud’un Yıldızı” (2006), Yücel Çakmak’ın “Ahçik” romanlarının milli tezi savunan yaklaşımları vardır. Yaşar Kemal’in “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” (1998), Doğan Akhanlı’nın “Kıyamet Günü Yargıçları” (1999) ve “Madonna’nın Son Hayali” (2005), Ayşenur Yazıcı’nın “Bedriye” (2002), İrfan Palalı’nın “Tehcir Çocukları” (2005), Arif Irgaç’ın “Kervankıran Bir Yıldız Hikâyesi” (2006), Metin Aktaş’ın “Harput’taki Hayalet” (2006), Kemal Yalçın’ın “Seninle Güler Yüreğim” (2006) ve “Sarı Gelin” (2006), Elif Şafak’ın “Baba ve Piç” (2006) gibi bazılarının ise tehcir konusuna Ermeni cephesinden baktıklarını görüyoruz. Dönemin belki en çok okunan roman yazarı Orhan Pamuk’tu. Pamuk “Bu ülkede bir milyon ermeni öldürüldü, Ben bundan bahsediyorum, o nedenle beni sevmiyorlar” dediği sene Nobel Edebiyat Ödülü’nü almıştı.
Öte yandan bu dönemde tehcir romanlarında üçüncü bir eğilim daha doğar: Baran Funderman’ın “Gâvur Elo” (1999) ve Zebercet Coşkun’un “Tarihe Düşürülen Dip Not: Haçin ve Çallıyan Efendi”(2005) romanları tehcir olayını siyasi tavra dokunmadan insancıl açıdan ele almaya çalışırlar.
Son Dönem: Ermeniler Soykırıma Uğradı
2010 sonrası adeta patlama yaşayan tehcire ilişkin romanlarda ise Ermeni yanlısı yaklaşımın sayıca son derece arttığı söylenebilir. Makalemizde de konu bu son dönemi değerlendiren yeni bir çalışma bulunmadığından hareketle ele alınmıştır zaten.
M. Talat uzunyaylalı “Paylaşılamayan Topraklar” (2011) romanında Sarkis Garbis adlı Ermeni tüccarın ağzından tehcirin sorumlusunun Ermeniler olduğu fikrini işler. Romana göre, savaş başladığında Osmanlı vatandaşı olan Ermenilerin Osmanlı ordusuna katılması gerekirdi, aksine vatandaşı olduğu ülkenin düşmanı Rus ordusuna katılmaları affedilemez bir tutumdur.
Tufan Gündüz’ün “Nisan’ın İki Günü” (2011) romanı Ermenilerin 1915 yılına kadar yaptıklarının ve tehcire taşıyan nedenlerin kahramanların dilinden milli tezi işleyen bir tarih dersi gibi ele alındığı bir kitap.
Yavuz Ekinci’nin “Cennetin Kayıp Toprakları” (2012) romanında; Almast Nine hasta döşeğinde ateşler içinde gerçekleri sayıklayınca oğlu ve torunu onun zorla Müslümanlaştırıldığını ve isminin Hatice yapıldığını anlar. Almast Nine hâlâ o günlerin vahşetini, derisi yüzülerek ağaca asılan nişanlısının korkunç görüntüsünü hatırlamaktadır. Ekinci okuyucuyu anlattıklarının doğruluğunu kabul ediyor sayar ve hikayelerin gerçekliğini kanıtlamayı reddeder. Bunu da ironik bir eleştiriyle yapar: “Ermeniler hem ölmek hem de öldüklerini ispat etmek zorundaydılar…” Cennetin Kayıp Toprakları’nın şiddet tasvirlerine yoğun biçimde başvurarak Türklere karşı kışkırtıcı bir roman niteliğine büründüğü söylenebilir. Bunun da karşılığını almış görünüyor. Kitap, “İz/Reç” adıyla film oldu ve ödüller topladı.
Nazan Bekiroğlu da Nar Ağacı” (2012) romanında kahramanı Hacıbey’in ağzından toplu tehcire karşı çıkar. Kuru ile yaş birbirinden ayrılmadan toptancı muamele yapıldığını savunur. “(Hacıbey)Öfkeyle söylenmeye devam etti:’ Van’da’ dedi. ‘Bu isyanları çıkaranları, bu haltları karıştıranları, savaşan orduyu arkadan avlayanları, aha şurada Değirmendere’de yangın çıkarıp başkaldıranları bana versinler. Ben de Fizan’a sürerim. Agop’u ben yargılayayım; ama bu masumcukların günahı ne?’ Agop, ipi Siranuş Hanım’ın ayağına dolanan fitne yumağı…”
Anneannesinin Ermeni olduğunu ve onun anılarından hareketle eserlerini yazdığını söyleyen Eyyup Altun’un “Sona” (2013) ve “Kızıl Topraklar” (2015) romanları, “bağımsızlığı için verdiği çileli mücadeleler kadre uğrayan mazlum halk” anlatısı biçimindedir. Altun, 1915 olaylarından Ermenilerin ve Türklerin büyük zararlar gördüğünü; Kürtlerinse geniş topraklara sahiplenerek nihayette kârlı tek grup olarak çıktığını savunur.
Akif Kurtuluş’un Ukde (2014) romanı da Ermenilerin “büyük felaket” diye andıkları biçimde ele alıyor tehcir olayını. Ukde de belgesel nitelikli bir roman değil, arşivleri önemsemiyor. Sivrihisar’da yolları kesişen bir grup insanın hikayelerinden hareket ediyor. Önce bir kuşkunun peşinde merak içinde yola çıkarıyor okuyucuyu, ardından duygusal sahnelerle yüzleşilen “büyük yara” ve bu yaraya kayıtsız durmanın “utanç hissi”yle tanıştırıyor. Sonunda utanç duyarak öğrendiği gerçeklerin üstünü örtmek için bu konuda söylenen -sözüm ona- “yalan”ları teşhir ediyor.
Dursun Kuveloğlu’nun Şahsenem (2014) romanına adını veren küçük kahramanın gözlerinden dökülen kanlı gözyaşları arasında tarihi arka plan ilerler. Şahsenem, 1915 olaylarının hem yetim hem öksüz bıraktığı, hem Ermeni hem Türk ailelerde büyümüş mustarip bir kız çocuğudur. Küçük Şahsenem’in Şehsenem Nine olarak vefat etmesi ile son bulur roman. 1914- 1920 yılları arasında yaşanan olayları bir Osmanlı Paşası’nın hatıra defterinden nakleder. Milli tezi savunan Kuveloğlu’nun romanı güçlü bir kurguyla belgelere dayanan biçimde Anadolu’nun dramını anlatırken Erzurum’da Ermenilerin yaptığı katliamları sahneler ve büyük devletlerin tuzaklarını anlatır.
Turan Uysal “Bir Dersim Hikayesi” (2015) adlı Ermeni tezini savunduğu romanında Ermenilerin tehcir sırasında yollarda kırıldığı ve geride kalan mallarına el konulduğu konusunu işler.
Aysel Kılıç Karslı “Vartanuş’un Ali’si” (2014) romanında kendi babaannesinin hikayesini yazdığını söyler. Düğününde kocası olacak erkeği, Garabet’i bekleyen Vartanuş’u askerlerin tehcire yürütmeye başlaması ile başlayan bir kadının ölümden beter hayat hikayesi anlatılır.
Türkiye Komünist Partisi yöneticisi olan Vedat Türkali’nin “Bitti Bitti Bitmedi” (2014) romanı da Ermenilere soykırım uygulandığı tezini işliyor. Konusunu Diyarbakır Cezaevinde işkence görmüş genç bir Kürt yazarla 1915 olaylarında ailesini kaybetmiş bir Ermeni mimar kız arasında yaşanan aşk oluşturuyor. Mimar sevgilisi Lüsi’nin dedesi, yazar Tarık’ı “bunları yaz” diyerek tarih yolculuğuna çıkarır. Orada tehcir, soykırım, vahşet ve asimile altında ezilen bir halk, yani Ermeniler vardır. Net bir duruşla Ermeni tezinin taraftarı bir roman Bitti Bitti Bitmedi.
Bahadır Yenişehirlioğlu’nun eseri olan “Kanaviçe” (2015) tehcirin bir aileye düşürdüğü ateşi insani dramlar eşliğinde yaşatıyor. Romanda Ermeni asıllı bir aile Ermeni-Türk düşmanlığına karşı mücadele veriyor fakat en çok zararı da kendilerine oluyor. Romanda işlenen fikre göre birbirini hor gören, eziyet eden ve yok etmeye çalışanlar aslında birbirlerini tanımamaktadır ve acıdır ki taraflar inancına, düşüncelerine değil düşmanlıklarına yaslanmaktadır.
Doğan Munzuroğlu’nun “Alişer” (2016) romanı Koçgiri İsyanının lider ismi Alişer’in hikayesini konu alır. Milli tezi savunan romanda Tunceli bölgesinde Ermenilerin düşmanla işbirliği halinde yaptıkları yıkıcı faaliyetler anlatılır.
Gürsel Korat ise “Unutkan Ayna”(2016) romanında Nevşehir’deki Ermeni ahalinin tehcir emrinin gelmesini bekledikleri son on günde yaşadıklarını ele alıyor. 12-22 Haziran 1915 tarihleri arasında geçen 10 günün ele alındığı romanda, gerçek kişi ve olaylardan yararlanarak belirsizlikler içinde geçen günler; çeteler, askerler, devlet görevlileri ve halk arasındaki çok yönlü gerilimler sahnelenmektedir. Boğazlıyan’dan Nevşehir’e gelen ünü memleketi sarmış Miralay Ziya Bey etrafında döner bütün hikayeler. Tehcir edilecek insanların çaresizliği sergilenir. Çanakkale Savaşı’na gidenler ve gelenlerle iç içe geçirilerek dramatik bir şekilde dönemin şartları okuyucunun gözünde başarılı biçimde canlandırılır. Korat da Ermeni halka yaşatılanların haksız trajedi olduğunu duygusallık içinde öne çıkartarak işler Unutkan Ayna romanında.
Seyfullah Aydın “Gri zaman” (2017) romanında Erzurum ve çevresinde tehcire tabi tutulan halkın yaşadıklarını insancıl dramları sergileme amacıyla ele almıştır. Roman kahramanlarından Selim bu yaşananlardan ötürü “Dünya durdukça ne biz ne de bu dünyadan göçenler rahat edecek. Bu yaşananlar öyle derin bir iz.” diyecektir.
Sonuç: “Kalem Kılıçtan Keskindir”
Osmanlı’nın çoğulcu birlikte yaşama modeli olarak geliştirdiği “millet sistemi”nin en temel ve en sadık unsurlarının başında kuşkusuz Ermeni toplumu gelir. 19. Yüzyıldan başlayarak Osmanlının zayıflaması ve Osmanlı içinde bölücü faaliyetlerin başlaması ile büyük devletlerin en elverişli temas noktası Ermeniler oldular. İmparatorluğun doğu ve güney Anadolu bölgesinde oransal olarak daha fazla varlık gösteren Ermeni toplumu ile ilişkilerde Van, Zeytun İsyanları, Galata Baskını, II. Abdulhamit’e suikast çeşitli siyasi cinayetler ve Rus ordusuyla işbirliği ile işledikleri toplu kıtaller adım adım artan gerilimi kopma noktasına getirdi. Nihayet 1915 tehciri bu yol ayrımının zor ama zorunlu bir çözümü olarak uygulandı.
Büyük insani dramların yaşandığı tarihin en büyük zorunlu göçlerinden birisi olan tehcir tarihçiler kadar romancıların da ilgisini doğal olarak çekmiştir. Bu çalışmamızda romanlara tehcir olayına yaklaşımları bakımından göz atarak bir fotoğraf çekmeye çalıştık. Bu fotoğrafa kuşbakışı göz attığımızda dikkatimizi ilk çeken husus ülkedeki siyasi gelişmelerle tehcir romanlarının içerikleri arasında paralellik olduğu tespitidir. Buna ilaveten tehcir tarihinden uzaklaşıldıkça milli tezden Ermeni tezine doğru evrilen bir yoğunlaşma gözükmektedir.
Diyebiliriz ki ülkede Birinci Dünya Savaşını, tehciri görenlerin yaşadığı 1961 ihtilaline kadar Ermeni tezine sahiplenen herhangi bir roman görülmemektedir. Bu dönemde romanlarda iyi Ermeni karakterler bulunmakta, hain Ermeniler sergilenmekte ve Ermenilerin başka çare bırakmadıkları bir aşamada yapılan tehcirin kaçınılmaz bir çözüm olduğu işlenmektedir.
Öte yandan 1960’lı yıllardan 1975’lere varıncaya kadar süren sol/sosyalist yazarların öne çıktığı bu dönem Türk milletinin ve devletinin tehcir konusunda romanlarda suçlanmaya başlandığı dönem olmuştur. Bu dönemin romanlarında ortaya çıkan yaklaşım tehcire tabi tutulan Ermenilerin mallarına el koyan aç gözlüler ve Ermeni varlıklarıyla bir gecede zengin olan fırsatçılar olduğu, Ermenilerin ve Türklerin birbirini kırdığı fikridir.
1974 ile birlikte Ermeni tezine tepki gösterdiği anlaşılan romanlar görüyoruz. Bu dönem Kıbrıs Barış Harekatı ile siyasi hayatta milliyetçi etkinin yükselmeye başladığı dönemdir aynı zamanda. Ülkede milliyetçi cephe hükümetleri kurulmaktadır. Romanlarda da 1983’e kadar devam eden bu dönemde milli tezi işleyen örnekler daha fazladır.
2000 yılına kadar gelen 1990’lı yıllar az sayıda eseri ihmal edersek tehcir konusunda Türk romanının yeniden sustuğu bir dönem olmuştur denebilir.
2000 sonrasında romanlarda tehcir teması hızla artmaya başlar. Bu dönemde artık karşılıklı kırım yapıldığı fikri daha baskın şekilde öne çıkmakta “büyük felaket” biçiminde ifade edilen Ermeni tezinin yoğunluk kazandığı görülmektedir. Bu dönemde yükselen bu tür seslerle siyasetin AB kriterleri yönünde özgürlükçü adımlar attığı demokratik atılımların yılları olması arasında bir ilişki olduğu öngörülebilir.
Fakat tehcir romanlarında asıl sayısal artış 2010 yılında başlamış, 2015 döneminde ise patlama yaşanmıştır. Bunun bir nedeni 2010 yılından sonra başlayan “açılım” politikaları olmuşsa diğer nedeni tehcirin 100. yılının verdiği gündem çekimi olarak görülebilir.
Gerçekten geriye doğru bakıldığında 90. yıla denk gelen 2005 ve 80. yıla tekabül eden 1995 gibi, ihtilalin ağırlığını halen taşımakta olan 1985 yılı dışında 1965’ten itibaren her on yıl dönümünde tehcir romanı veriminde nispeten bir artış yaşanmıştır. Fakat hiçbir dönemde 2015 dönemi kadar yükseliş gözlenmemiştir. İşte bu aşamada, ilkin Hrant Dink’in cenaze töreninde(2012) ırkçılığa karşı insani bir tepki olarak doğan ancak sonradan açılım döneminde soykırım iddiasını savunan siyasal bir slogana dönüşen “Hepimiz Ermeniyiz” üst propagandasının işaret ettiği psikolojik üstünlüğün de bu soykırımcı romantizme yardımı olmuştur denebilir.
Özetlersek, tehcir konusunda romanlar Ermeni tezi bakımından 65’lere kadar susmuş, 90’lara kadar malların talanı ve eziyet edildiği fikrini işlemiş, 2010’lara kadar büyük felaket söylemi ile ilerledikten sonra 2015 döneminde tehciri ele alan romanlar çoğalmış ve açıkça “Ermeni soykırımı”ndan söz eder olmuştur. Bu yıllar Batıda da Meclislerde soykırımın kabul edildiği yıllardır. Üstelik bu roman yazarlarının tarihi ters yüz etme pahasına Ermenileri Kürtlerle kaderdaş göstermeleri kuşkusuz politiktir ama bir o kadar da ironiktir.
2015 döneminde Ermeni meselesinde milli tezi savunanlar cılız ve tek tük örneklere indirgenmiştir. Ancak başından beri olduğu gibi 2015 döneminde de milli tezi savunan romanlar az da olsalar münferit hatıratlarla yetinmeyip arşivleri, belgeler ışığında olayları okuyucuya taşımışlardır. Oysa Ermeni tezini savunan romanlar çok satmakla birlikte bu niteliği taşımamaktadır. Doğru olması da muhtemel münferit dramatik hayat hikayelerinin soykırım sayılması söz konusu bile olamayacağına göre bir romancının hikayelerden yola çıkarak bu genel iddiayı dile getirebilmesi hayreti muciptir.
2016 ihtilali sonrasında ise bir iki tehcir romanı dışında yayına rastlamıyoruz. Bu durum da başlayan terörle mücadele döneminde yine ülkedeki siyasal iklimin müsait olmadığı ile açıklanabilir. Ancak her ne olursa olsun, baskıcı yöntemlerin, korku ikliminin çözüm getirmeyeceği su götürmez bir gerçektir. Her alanda olduğu gibi bu alanda da silahların eşitliği demokratik ilkesini hayata geçirmeliyiz. Romanın etkisini yine romanla kırmak mümkündür. Yasak ve baskılarla fikirleri sadece geciktirebilir ama engelleyemezsiniz.
Roman yazarlarının bir imkanı da topluma dokunabilmesidir. Ermeni soykırımı iddialarının üzerinden yürütüldüğü tehcir olayı da toplumun bir bam telidir ve tam da orayı rehabilite edebilecek, tarafsız, gerçekçi ve sorumluluk duygusunu kaybetmeyen yazarlarını beklemektedir.
Tarih milli şuurun okuludur. Roman ise kültürü inşa eden edebiyatın en çok okunan türü, yani amiral gemisidir. Tarih ve romanı birleştiren “tarihî roman”sa topluma bilgi ve bilinç yüklemenin ana kanalıdır, denebilir. Tarihi romanlar etkisi bakımından bir uyanış ya da dönüşüme uyarıcı etki yapabilir. Bırakın yabancı dilleri, Türkçe romanlarda dahi tespit ettiğimiz tablo odur ki, en fazla satılan ve okunan romanlar taraflıdır ve doğrudan Ermeni soykırımı yapıldığı tezini taşımaktadır. Ermeni tezi Türkçe romanlarda son dönemde ezici biçimde üstünlük kazanmıştır ve bu töhmet altında kalan Türklerin milli benliğini silahlarla sağlanan üstünlüğün kurtarması mümkün olmayacaktır. Bir kez daha tarihin “Kalem kılıçtan keskindir!” sözünü kanıtlamasına gerek bırakmayalım.
Tehcir hadisesinin gerçeğe sadık, edebi gücü yüksek, kurgusu sağlam, toplumun iç barışına hizmet edecek romanlarını her zamankinden daha çok ve ısrarla talep ettiği fark ediliyor.
(Ayizi Dergisi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.)
Bir yanıt yazın