ZAFER BAŞKA NE İSTER?
Osman ARSLAN
Dünyanın büyük bir savaşa doğru gittiğini bugün herkes görüyor. İçinde bulunduğumuz dönemde yaşanan mücadelelerse bu büyük savaşta ‘mevzileri tutma mücadelesi’dir. Yarının dünya savaşı geldiğinde, bugün tutulan mevzilere göre kimin masada kimin mezatta yer alacağı şekillenecektir.
YA MASADA YA MEZATTA
İşte Afrin-Münbiç hattına yapılan operasyon, geleceğin savaşında Türkiye’yi ‘mezatta satılanlardan değil, masada oturanlardan yapacak’ derecede tarihi öneme sahip bir ‘milli güvenlik’ adımıdır. Zamanlaması neredeyse geç sayılacak kadar bir son dakika hamlesidir.
ŞANLI MÜDAHALE
Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’ya stepne olarak girmiş 1,5 milyon şehit ve 20 milyon kilometrekare vatan toprağı kaybederek, adeta tükenerek çıkmıştık. Kore Savaşı’na ABD’ye NATO diyeti ödemek için katılmış, 741 şehitle dönmüştük; ABD kazanmış, biz bu işten bir şey anlamamıştık. Fakat Afrin’e yapılan harekat, Kıbrıs gibi milli, emperyalizme rağmen yapılan şanlı bir müdahaledir.
ZORUNLU VE ONURLU
Üstelik Afrin, Kıbrıs’taki gibi bir nüfusun imhadan ve bir bölgenin işgalden kurtarılmasının da ötesinde, emperyalistlerle diş dişe yürütülen bir savaş olduğu için de ayrıca onurlu bir mücadeledir. Mehmetçik, yine Hakk’ın, haklının, mazlumun ve meşruiyetin gücü olarak sahnededir.
İşte bu nedenle Zeytin Dalı Harekatı, zorunlu olduğu kadar onurlu bir operasyondur.
2050 TÜRKİYESİ
Yüzyılın ilk çeyreği biterken dünya savaşı olacağı tahminimizi 2002 yılından bu yana yazıyor, konferanslarımızda anlatıyoruz. 2030 sonrası bölgesel, 2050 sonrası süper güç Türkiye’nin, kısa sürede, dünyaya nizam veren dört büyük güçten ikincisi haline geleceğine de inanıyoruz.
Öncelikle bugünkü yazımızda ‘Savaş nereden belli?’ sorusuna bakalım.
DERİN DEVLETLER YÜZEYDE
Çünkü, 2017 yılından bu yana dünya gücü olan devletler güvenlik merkezleri tarafından yönetilmekte, demokratik mekanizmalar güvenlik siyasetlerine nüfuz edememektedir. Güvenlik merkezleri olan askeri ve istihbari birimlerin beyin hücreleri de yeni bir dünya kurmak için sınırları zorlayan siyasetler ve müdahaleler uygulamaktadır. Adeta, derin devletler yüzeye yükselmiş, ülkelerinin politikalarında aktör olarak yeniden sahne almıştır.
Nasıl mı?
PENTAGON TRUMP’I KISTIRDI
ABD’de Trump 2017 başında işbaşına geldi. Seçimine şaibe atıldı. Meşruiyetine karşı bloklar oluştu, kararlar alındı. Çelişkili açıklamalarından anlaşılıyordu ki ABD güvenlik ve istihbarat birimleri onu hiç beslemediler. Deliyi oynatırken de Trump’ı kuşatma içine aldılar. ABD, Başkan’ın prestij kaybetmesiyle oluşan otorite zayıflığından yararlanan ayrılık isteyen eyaletler harekete geçti. ABD bölünmeyle yüz yüze geldi. Artık bölünmeyi daha çok konuşmaya başlayınca Pentagon devreye girdi. ‘Kilise’ basmalar, ‘mazbut, sıradan ABD’li’leri tarayıp öldürmeler, suikastler ve başka terör eylemleri hız aldı. ABD “ulusal güvenlik krizi”ne sokuldu.
Bundan sonrası tahmin edildiği gibi: Şimdi herkes görüyor ki ABD’yi Pentagon, yani ABD gizli devleti açıkça yönetiyor. ABD politikaları Trump’ın seçimlerdeki söylemine göre Ortadoğu’da yumuşayacakken şahinleşti, Pentagon hızlı olmak istediği için daha açık ve pervasız hareketlere imza attı. Bu da hem aceleye geldiği, hem uluslararası desteği hazırlamadıkları hem de bölgede aksi yönde oynayan aktörler olduğu için yeterince başarılı olamadı. Ama sonuçta ABD gizli derin devleti ipleri eline almış, savaşın taşlarını döşemeye başlamıştı.
MAY YOK GİBİ, MI6 DEVREDE
İngiltere’ye bakınız: 15 Temmuz’dan iki gün önce Cameron’un Brexit kararı sonrasında istifa etmesi üzerine İngiltere’de Başbakanlığa gelen Theressa May, ne kadar dirense de 2017’de seçim yapmak durumunda kaldı ve seçimden zayıf bir şekilde çıkarak koalisyon kurmak zorunda kaldı. Gerek koalisyon ortakları ile yaşadığı sorunlar, gerekse hakkındaki itibarsızlaştırma kampanyaları may için grafiğin düştüğü bir süreci ilerletiyor. Dünyanın bu en kritik sürecinde siyaseten istikrarsızlaşan İngiltere’de derin aklın devreye girerek Kraliçe eliyle siyaseti yönlendirdiği bu süreç, ülkeyi MI6’nın kontrolünü artırdığı bir hale getirdi. İngiliz derin devleti, 2017 Haziran’ı sonrasında demokratik liderlikleri aşkın bir etkinliği açıkça ele aldı.
BND ELİNDE ALMANYA MI JAMAİKA MI?
Almanya’da gittikçe yükselen muhalefet, Kuzey Almanya’nın ayrılma eğilimi ile de birleşince siyaseti iyice parçaladı. Merkel dörtlü koalisyon kurdu. Koalisyona giren partilerin renklerinden dolayı “Jamaika Koalisyonu” denilen bu iktidardan hoşnut olunmadığı yüksek sesle konuşuluyor ve koalisyona iki yıl ömür biçiliyor.
Alman Parlamenter sistemi de istikrarsızlık çıkartınca, zayıflayan demokratik otoritenin yerini diğer ülkelerdeki gibi daha ‘derin lobiler’ aldı. Türkiye’ye karşı kükreyen Almanya, tavrı değişmediği halde seçim süreciyle beraber, 2017’nin son 3 ayında fazla diş gösteremedi. 2017 sonundan itibaren, son 3 aydır ise ülkeyi BND’nin yönettiğini görmemek için kör olmak gerekir.
İSTİKRARSIZ AVRUPA
İspanyadaki Katalan Bölgesinin bağımsızlıkçı direnişi ve istikrarsızlık, Fransa’da uzun uğraşlar sonrasında güç bela kurulan Macron hükumeti… Avrupa sağlam ve istikrarlı bir görüntü arz etmiyor.
PUTİN KGB DEMEK
Rusya için yorum gerekir mi, bilemem. Putin, sert ve baskıcı yöntemlerle yok ettiği muhalefetin ardından tek otorite olarak, mensubu bulunduğu KGB eliyle ülkeyi yönetiyor. Rusya’da Gorbaçov’un mirası demokrasi Putin’den itibaren neredeyse vitrin süsünden ibaret.
Çin, zaten Çin derin devletini taşıyan komünist partinin değişen konseptiyle açılımcı ve yayılmacı politikaları derin yapıların eliyle daha “kapital” odaklı yürütmektedir.
ANTİDEMOKRATİK DALGA
Dünyanın görüntüsü bu. Tüm dünyada antidemokratik bir dalga almış başını yürümekte. Demokratik iradeleri bypass eden güvenlik birimleri idarenin dış politika ve istihbarat ve askeri harekat yönlerini kontrole almış durumdalar. Bu, düpedüz ve tamamen karşılıklı asker hazırlıklar yapılması anlamına gelmektedir ki buna ‘savaş hazırlığı’ denir.
Öte yandan bu tablonun bir başka mesajı da var: Türkiye’de demokrasiden uzaklaşıldığına dair iddialara ilişkin, açıkladığımız resme bakarak bir yorum yapabiliriz. Bu ülkelerin hiç birisinde 15 Temmuz gibi hainane bir saldırıya uğramadığı halde devletler, derin merkezlerin kontrolüne kaymış durumdadır.
OHAL GÖLGESİNDE KALAN DEMOKRASİ ATAĞI
Türkiye’de ise durum farklıdır: 15 Temmuz, Türkiye’yi öteden beri kontrol eden mekanizmaların iptali ve sivil iradenin otoriteyi tamamen kontrolüne alacağı bir yeni Türkiye düzenlemesine yol açmıştır. Cumhurbaşkanlığı sistemi, demokratik iradenin vesayetçi derin odakların, kapalı kapılar arkasında politika üretilen Türkiye’nin, baronların saltanat kayığı olan Türkiye’nin de sonu demek olacaktır. Yani, çoğu kişiye şaşırtıcı gibi gelse de bu yorumumuz, gerçekte, Türkiye dünyanın ters dalga yaşayıp geri gidişinin aksine demokrasiye doğru evrilmiş, demokraside bir ileri merhaleye atlamıştır. Başına gelen belayı hayra tebdil etmeyi bilmiştir.
Bu yoruma şaşıranların, sözünü ettiğimiz müspet gelişmenin fark edilmesine engel olan bir istisnai durum vardır; o da, darbe sonrası ülkenin OHAL şartlarında ve ilaveten bugün savaş koşullarında yaşıyor olmasıdır. Ancak bu süreçlerin de sivil irade eliyle yürütüldüğüne önemle dikkat çekmek isteriz.
ELİMİZİ SIKACAKLAR
Aslında Avrupa sadece siyaseten istikrarsız olsa da, Türkiye’de 17-25 Aralık ve 15 Temmuz hain darbe girişimi gibi hamlelerle siyasetin yanında toplumsal ve ekonomik istikrarı da dinamitlemeyi denediler. İşte, güçlü siyasal istikrar ve iradenin önemi bu noktada anlaşıldı; buna fırsat vermeyen siyaset kurumu hayati bir fayda sağladı.
Bu hayati fayda, sadece El Bab ve Afrin’de ortaya çıkan tedbir imkanlarını vermedi. Aynı zamanda geleceğe ilişkin avantaj verdi. Avrupa ile yarışta ve yarın masaya oturanlardan olmada Avrupa’ya göre daha sağlıklı bir zemin verdi. Bu avantajlı zemin, bugün bize ‘diktatörlüksünüz’ demeye çalışanların da yarın kapımıza gelip elimizi saygıyla sıkacakları bir dinamik ve kuvvettir. Özellikle Avrupa için böyledir.
İÇTEN VE DIŞTAN EŞZAMANLI SALDIRI
Hatırlayalım ki, 2013 yılı 17-25 Aralık operasyonu ile, ABD’nin Suriye’de PKK’dan PYD çıkarma projesinin eş zamanlı olarak yürümesi tesadüf değildi. Bu, içerden çökertilip aciz bırakılan devletin güneydoğusu ile birlikte kurulacak Büyük Kürdistan Federasyonu hayalinin bir hayat bulması içindi. Sonradan Irak Kürt Özerk Bölgesinin oldu bitti ile bağımsızlaştırılmak istenmesi aynı amacın farklı versiyonla gerçekleştirilmesi içindi.
Türkiye’yi parçalama planları akim kalmışsa bu, sivil siyasi iradenin istikrarlı varlığı ve dirayetli liderliği ile olmuş, öteden beri söylediğimiz “Türkiye’nin bölünecek toprağı yok, eklemlenecek coğrafyaları vardır” anlayışı ile nüfuz atlasını genişletme çalışmalarını başlatma fırsatı böylece doğmuştur. Zira bu gelişme yaşanmasaydı ordusu kendi devletinin emrinde olmayan hain subaylarla hangi sınır ötesi harekat yapmak, yapılsa bile başarıyı düşünmek mümkün olabilirdi.
İMPARATORLUKLAR YÜZYILINA DÖNÜŞ
Araplar gibi bahar, kuzeyimiz gibi Turuncu devrimlere tutulmadan sıyrılmışsak, artık kurulacak olan yeni dünyada rol alabiliriz. Bu yeni dünya planı yüzyıl öncesinin aksine bir gelecek tasavvur ediyor: Yüzyıl önce imparatorluklar yıkılıp ulus devletler inşa edilmişti. Şimdi ise yeniden imparatorluklar kuruluyor. Bu imparatorluklar ‘paktlar’ üzerinden tanımlanan ‘nüfuz imparatorlukları’ olacaktır.
Çok kez vurguladığımız gibi artık çağ değişmiştir. Ulus devlet olmaya çalışanlar en az yüzyıl geride kalmış, nafile bir uğraş içindedirler. Şimdi akıllı olanlar, geleceği görenler, yeni yüzyılın imparatorluk oluşumları içinde yerlerini alanlar olacaktır. Kürt kardeşlerimiz için artık geleceğin sorusu şudur: ABD-AB paktı içinde mi yer alacağım, Rus-Türk Avrasya’sında mı yer alacağım?
YERYÜZÜNÜN EFENDİSİ OLMAK?
İngiltere işin neresinde?” dediğinizi duyar gibiyiz: İngiltere, içindeki Yahudi aklı ile bir imparatorluğa değil yeryüzünün yönetimine taliptir. Bir yandan Kanada peyki ve ABD uzantıları ile Amerika kıtasını, diğer yandan Hollanda, Kuzey Almanya (Saksonya) peyki ve Fransa uzantısı ile AB’yi tutarak ABD-AB Blokunu güdümüne alırken; diğer yandan Rusya peyki, İran uzantısı ile Türkiye’nin dengelendiği Avrasya Blokunun kontrolünü sağlamak istemektedir.
Bu iki blokun oluşumunda ise vazgeçilmez ve tek geçişken tabaka Türkiye’dir. İki, hatta Afrika Blokunu da dahil edersek üç blokun vazgeçilmezi, Türkiye olmuştur. 15 Temmuz’da bükmedikleri bileği er geç öpecekler.
TÜRKİYE’NİN NÜFUZ İMPARATORLUĞU
Vazgeçilmez olan Türkiye, nüfuz coğrafyasından vazgeçmeyecektir. Bu amaçla yüzyıl önce tasarlanarak etrafına örülen duvarları yıkacaktır. Şu anda yüzyıl önce örülen Nusayri(Aşırı Şii-Esed Rejimi) duvarı yıkılmışken yerine PYD Kürtlerinden duvar örülmesini engellemek zorundadır. Bunu da yapmaktadır.
Bunun ardından İngiltere’nin kurduğu, bugün Almanya’nın tahkim ettiği Bulgaristan-Yunanistan duvarını ekonomik ve diplomatik ataklarla yıkacak, bu aşamada Alman-Türk dostluğu adı altında Abdulhamit dönemi poltikalar yeniden canlanacaktır.
Daha sonra Rusya tarafından doğumuza örülen Ermenistan duvarı Azerbaycan’la birlikte yıkılacaktır. Güney ve doğu ufkunu açan Türkiye nüfuz imparatorluğunun ufkunu ancak görebilecektir. Ancak o zamandır ki Türkiye’nin nüfuz imparatorluğunun realize olma imkanı bulabilecektir.
KÜRTLER GELECEĞİ DOĞRU OKUMALI
Kürt kardeşlerimiz de yüzyıl geride kalmış bir ‘emperyalist kafa karıştırma’dan ibaret olan ulus devlet adı altında kullanılma gayretkeşliğini güden gayr-ı milli ve gayr-ı islami siyasete prim vermeyip, birlikte tarih yazdıkları Türk kardeşleriyle beraber yeniden kendi medeniyetini doğuracak nüfuz imparatorluğunun kurucu rolüne sahiplenmelidirler.
Kürt kardeşlerimizin yeni, yerli, yararlı, gerçekçi ve gelecek vadeden vizyonu, ancak bu olabilir. Diğer yollar, kardeş kavgaları, kan davaları, çıkmaz sokaklar, ağır ve hak edilmemiş bedeller olabilir. Üstelik birlikte sahibi olacağımız bir imparatorluğa da mal olabilir. Külliyyen zarara uğrayabliriz.
YENİ YÜZYIL: METAFİZİK ÇAĞ
Yeni dünyanın kodlarında yer alan bir başka özellik açısından da Kürt kardeşlerimizi bir tercih beklemektedir. Kürtleri savunduğu iddiasında olan mevcut terör örgütü ve siyasi yapılanması ‘mentalite’si eski yüzyılda kalmıştır: Önceki yüzyıl materyalist dalga altında laik bir karakter üzere inşa olmuştu. Yeni yüzyıl ise mileneryanist dalga üzerinde ‘metafizik çağ’ olarak yürümektedir.
Artık ‘dinlerle ya barışık, ya bağdaşık ya da dine dayalı olan rejimler’in devri gelmiştir. Zira imparatorluklar asla etnik kimliğe ya da ulus kimliğine dayalı olarak kurulamazlar. Çok uluslu ve çok kültürlü olmanın zorlayıcı sonucu bir yüksek değerde birleşmektir. Öncü ve omurga bir ulus olsa da imparatorlukların temeli hukuk, harcı dindir. Türkiye siyaseti de buna ayak uydurmuştur, Kürt kardeşlerimizin de bunu çabucak fark edip doğru istikameti benimseyeceklerini umut ederiz.
METAFİZİK ÇAĞDAN KOPMA RİSKİ
Diğer yandan yükselen Türkiye metafizik çağdan kopma riskini de bünyesine ekmiş bir ülkedir. Şöyle ki: 28 Şubat radikal İslam’ı tehdit haline getirmiştir. 15 Temmuz’da da soft-ılımlı İslam tasfiye edilmiştir. Akabinde devlet ve vatan üzerindeki tehdit algısı milliyetçi dalgayı, ulusal sol ve muhafazakarları da saracak biçimde yükseltmiş, tüm İslami oluşumlar ise şüphe nazarlarını celp eder olmuştur.
Bu, Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında toparlanan teveccühün değerlendirilemeyeceği bir seçimde ulusalcı-milliyetçi iktidar gelmesi demektir. Bu da ülkeye, yeni yüzyılla gelen metafizik dalgaya ters bir istikamet verebilir ve yeni imparatorluğumuza da mal olabilir. Bu nedenle ‘dinle barışık milliyetçiliğin’ iktidarda rol üstlenmesi tarihi önemdedir.
TARİH KURUCU LİDERLİK
Devlet Bahçeli’nin Milliyetçi hareket içinde zorladığı ‘batıcı/ulusalcı milliyetçilik-gelenekçi/muhafazakar milliyetçilik” şeklindeki yol ayrımı ve ardından tercih ettiği ‘muhafazakar milliyetçilik’ tarafı, ortaya koyduğumuz tarihsel okuyuş penceresinden bakıldığında ifadesi güç derecede değerlidir; ‘tarih kurucu liderlik’ mesabesindedir, takdir ve tebrike şayandır.
Üstelik, fark edilen bu ulusalcı yükselen dalganın üzerine binecek kolaycı bir ‘kukla oluşum’ tarihin arkından çeperine atıverebilir milletimizi. Bu hayal kırıklığı, Abdülhamit sonrası İttihat ve Terakki döneminde yaşanandan farklı olmadığı gibi az da olmaz.
10 KASIM VE PRAGMATİZM
FETÖ sonrası yükselen bu ulusalcılık trendinin kitleselleşme evresine geldiği bir kritik anda, gelen ulusalcı dip dalgasının “Anti-Tayyip” bir hareket haline dönüşmesini engellemek bakımından, bir dalgakıran gibi devreye giren Cumhurbaşkanı’nın ve AK Parti’nin 10 Kasım tavrı, AK Parti’nin farkının son ve başarılı bir pragmatist deneyimi olmuştur. Yakın dönem Türk siyasetinde pragmatizmi bu denli başarılı uygulayan bir örnek, en son Mustafa Kemal’de görülmüştü. AK parti tecrübesi, siyaset bilimi ders kitaplarına konu olacak niteliğe yükselmiştir.
Diğer yandan Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile ülke ABD’de olduğu gibi iki blok halinde bütünleşerek seçim yarışına girecektir. 1996 yılında, Özal değişimleri ile birlikte, o dönemde yazdığım Bayrak Dergisi’nde Regis Debray’ın “Cumhuriyetçi-Demokrat” ayrımından hareketle öngördüğümüz Türkiye’nin kaçınılmaz akıbeti, tam da bu sistemdi. Birilerinin sandığı gibi geri dönüşü de yoktur, koşulların zorladığı ve dönüşü olmayan bir yoldur, bize göre.
DEMOKRATLAR VE CUMHURİYETÇİLER
En son 2013 yılında partileri Cumhuriyetçi ve demokrat olarak tasnif etmiştik. (http://www.https://https%3A%2F%2Fhttps:\/\/osmanarslan.org/cumhuriyetci-misiniz-demokrat-mi/) O tarihte Cumhuriyetçi bloka koyduğumuz MHP, içindeki cumhuriyetçiler ayrı parti olup kopunca demokratlar safına geçti; başka değişiklik yok.
Buna göre AK Parti, MHP, BBP ve Hak Par demokrat partileri, CHP, İyi Parti, HDP ve BTP cumhuriyetçi partileri oluşturuyor. Bu tabloya bakarak yorumlasanız, sizce hangi blok kazanır?
Demokrat ve Cumhuriyetçi analizi ayrı ve uzun bir konudur; Bunun için Regis Debray’ın makalesini salık veririz.
DALGALAR TEORİSİ
Öte yandan, Alvin Toffler’in dalgalar teorisini ülkemiz siyasi tarihine uygulayarak 90’lı yıllarda yaptığımız bir analizi de hatırlamakta yarar var. Linkini verdiğim kısa yazıda gelecek öngörümüz şöyleydi:
2013’te anti-demokratik dalga ile başlayan cumhuriyetçi ters dalganın 2016’da mağlup edileceğini öngörü olarak yazmıştık.(2013 17-25 Aralık darbesi ile başlayan ters dalga 2016’da 15 Temmuz darbe girişimnde mağlup edildi.) Tahminimizin bu tarihten sonrası, 2016 yılında başlayan yeni demokrat dalganın ise 2026’ya kadar süreceği şeklindeydi.
2010 ve 2013 yıllarında yazdığımız diğer öngörüler gibi bu da doğru çıkarsa, 2019 ve 2024 seçimleri demokrat blokun zaferiyle sonuçlanacağa benzemektedir. Bu tabloya göre, mevcut milliyetçilik rüzgarı, ulusalcılığa evrilmeden muhafazakarlıkla kol kola yürüyecek gibi gözükmektedir.
ZAFER BAŞKA NE İSTER?
İç siyaset yorumları bir yana, bugün tuzakları parçalayıp şartları lehine çevirmiş bir ülkeyiz. Tarihin rüzgarını arkamıza almışız. Düşmanca emellere müdahale edecek güçteyiz. Ardı ardına tuzakları parçalayarak, hainleri aramızdan ayıklayarak elde ettiğimiz dinamizmi düşmanı fark etmenin şuuru ile kullanıyoruz. Hem savaş veren hem demokrasisine bakım yapan bir yenilenme çabasındayız. Dengelerin ülkemizi öne çıkartacak biçimde oluştuğu bir dönemde, risklerin fırsatlar da getirdiği bu günlerde, ‘kızılelma’(idealizm) söylemleri dillerde, şehadete koşarak giden nesiller sancakların altında…ilerliyoruz.
Zafer, başka ne ister?
Bir yanıt yazın