Talimli Edepsiz Zil Zurna Cahil
-Akif’e Saldırılar Üzerine-
Dr. Osman ARSLAN
Bu makalemizde Akif’e hasmane yaklaşanlar üzerinden bir portre denemesi yapmaya çalışacağız. İnsanın kimliğini sevenleri kadar sevmeyenleri de ele verir.
“Günümüzde Akif’e saldıranlar kimler?” dediğimizde ilk akla gelen kuşkusuz Cübbeli Ahmet Hoca’dır. Der ki Hazret: “Âkif reformisttir, Afgani’nin adamıdır. Mehmet Âkif’in ne işleri var sakat… Sultan Hamid düşmanıdır, sülalesine ana avrat sövüyor, kafir diyor.”
Payitaht, Cübbeli, Mısıroğlu
Tam da II. Abdulhamit’ten hareketle rahmetli olan Kadir Mısıroğlu’na kulak verelim: “İtthatçıların hepsi vatan hainidir. Akif de öyle.” diyor, Akif’in II. Abdulhamit için Safahat’taki “Yıldız’daki baykuş” ifadesi karşısında kendisini tutamıyor Mehmet Akif’e fesini eliyle tutarak “’Korkma sönmez’ diyor, neye korkacağım lan Peze…k” diyor, “serserinin teki” diye çıkışıyor. İstiklal Marşı’na dönüp ”ırkıma yok izmihlal, diyor; nedir ulan ırk!” diye çıkışıyor. Mehmet Âkif’in “Nur istiyoruz, sen bize yangın gönderiyorsun,/ Yandık! Diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun” mısralarını “Allah’a isyan ve Kafirlik” olarak yorumluyor.
Üstüne üstlük Senaristliğini Uğur Uzunok yaptığına göre fikir ona ait olmalı: Payitaht Abdulhamit dizisinde Mehmet Akif nefrete boğuluyor. Mustafa Armağan da “Abdulhamit Han’ın Kurtlarla Dansı” kitabında, yine Abdulhamit karşıtlığı üzerinden Âkif’i kötülüyor.
Akif Edebiyat Mahkemesi’nde
Rahmetli Necip Fazıl, edeplice eleştirir, Merhum Akif’i sığ ve basit bulurdu. “Edebiyat Mahkemesi” yazılarında“Mehmet Âkif’in şiirlerinin sanat değeri yoktur” der. O’na göre Akif hiç şiir yazmamıştır. “Yazdıkları manzum hikâye veya “nesir şiir” sayılabilir”, der. Necip Fazıl, Âkif’in abartılacak, önemli biri olmadığı, orijinal fikirler getiremediğini de söyler. dahası “Bedrin aslanları ancak, bu kadar şanlı idi” mısraını gerekçe göstererek küfre girdiğini iddia eder.
Tuğgeneral Yalçın Işımer’in “Dünya uluslarına karşı destan yazan Mehmetçiği beşyüz bedeviye karşı koyanları Bedr’in aslanları yapıp mukayese edecek kadar ufku dar, arabın adamı bunlar! Bunları bir şekilde belleyeceğiz!” konuşması da belleklerde duruyor hala.
“Dildârdan Ağyâra Şikayet Yeni Çıktı”
Haydi Işımer’i Hasan Âli Yücel, Şükufe Nihâl, Nihal Atsız, Nurullah Ataç gibi yazarların ‘Atatürk devrimlerinin ideoloji dozunda ele alındığı’ yıllardaki tonlamalarının bugün çınlayan yankılarından biri sayalaım. Üstelik Âkif’e göre öteki mahalledendirler.
Berikilere ne demeli? Ziya Paşa’nın diliyle bir sitem göndermek yerindedir:
“Düşmanlara ahbabını zemm oldu zerafet,
Dildârdan ağyâra şikayet yeni çıktı”
(Düşmanlara dostları yermek bir incelik oldu,
Gönül dostlarının yabancılara şikayeti yeni çıktı)
Belki, şahsiyetine saldıran, hakaret edenlere “Hiç olmazsa O, ölülerin ardından konuşmuyordu!” demek lazımdır, lakin fayda getirecek değil. Öyleyse, hakaretleri kendilerine bırakıp eleştirileri üzerinde durmakta fayda vardır. Bu eleştirilerin odağında II. Abdulhamit’e karşıtlığı ve hakaret ettiği hususları bulunmaktadır.
Abdulhamit’e Karşı Olunamaz mı
Abdulhamit’in siyasi dehasını defalarca ve otuz yıldır yazmış birisi olarak, şahsen yaptığım bir muhasebeden hareket etmek istiyorum. Bugün geriye bakınca rahmetli Turgut Özal’ı çok takdir ediyorum. Oysa ben, çoğu akranım gibi Özal döneminde bir üniversiteli idealist genç olarak O’nu sert biçimde eleştiriyor, “Çankaya’nın şişmanı/Milletimin düşmanı!” diyordum. Kitleler önünde hakkında kötüleyici şiirler de okudum. O’nun Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapacak adımlarına karşı çıldırıyordum. Hatta bir Cuma Namazında Cebeci Camii’nde ön safa kadar gelip benden yer istediğinde bu ‘nefretle’ O’na yer vermemiştim. Hepsini yanlış yapmışım. Cenazesinde çok ağladım. Büyük resmi gördüğümde, yazılarımda ve konuşmalarımda O’nun başlattığı değişimin önemini anlatmaya çalıştım. Bu, beni ‘hain’ yapar mı?
Memleketi İçin Dertlenmek Erdemdir
Yöneticileri eleştirmek, memleketi dert edinmektir. Bu, büyüklüktür. Siyasi tercihlerin doğruluğu veya yanlışlığı sonra gelir. Akif böyle feryat ediyorsa, ‘içeriye girmeyi’ göze alarak memleket ve millet için eleştiriyorsa II. Abdulhamit de olsa bu, ‘büyüklük ahlaktır’, erdemdir. Keşke her genç şimdi de memleketi için bedel ödemeyi göze alacak idealistlikle yaşasa.
“Üç Beş Kafirin İmanına Kandık!”
Abdulhamit’e karşı İttihat ve Terakki’ye girdi. Girerken içilen yeminin “kayıtsız, şartsız itaat” cümlesini okumadı. Ve yanlışı geldiğinde itaat etmedi, yolunu ayırdı. 1908’de sokaklara dökülen ittihatçı gençlere engel olmaya çalıştı. Darbe istemedi. Sonradan pişman oldu. II. Abdulhamit’e karşı büyük haksızlık ettiğini yakın çevresine söyledi. Safahat’ta da
“Eyvah! Üç beş kâfirin imanına kandık,
Bir uykuya daldık ki cehennemde uyandık!”
diyerek tuttuğu yolun nereye vardığını fark etmiş, ittihatçılarla birlikte olmanın pişmanlığını dile getirmiştir. Yani, nasıl ki vatanı için II. Abdulhamit’i eleştirmişse, aynı nedenle İttihatçıları da karşısına almıştır. Bu, ilkeliliktir, samimiyettir.
“Üç beyinsiz kafanın derdine üç milyon halk,
Bak nasıl doğranıyor, kalk baba, kabrinden kalk”
derken Enver, Cemal ve Talat üçlüsüne “üç beyinsiz” demesinin nasıl bir farkındalık olduğunu idrak edemeyenlere hangi söz fayda edebilir?
Mustafa Kemal ve II. Abdulhamit
Üstelik hayatta hiçbir kişinin siyah beyaz olamayacağını göstermek için şu iki örneği vermeliyiz: Yılmaz Özdil hatıralarından aktarır ki II. Abdulhamit Yıldız’da, Mustafa Kemal için dualar edermiş. Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu da, başyazarlığını Atatürk’ün yaptığı gazetede “Makedonya” başlıklı bir tefrikasında II. Abdulhamit’i itham eden cümlelere yer verince Dolmabahçe Sarayı’na çağırılmış. Atatürk “Bak Çocuk, demiş, kendi kanımı söyleyeyim, üzerinden geçen yıllar ve tecrübe göstermiştir ki içinde bulunduğu şartlarda Abdülhamit çok hoşgörülüymüş. Eleştir elbette, ama sakın anısına hakaret edeyim deme. Bazı şeyler sizin bildiklerinizin çok ötesinde.” Bu iki ismin resmini otobüsünün camlarına asan Sedat Peker’in yaptığı gibi Mustafa Kemal ile II. Abdulhamit bir araya gelebilir isimler değil. Ama bazı vukufsuz yorumcuların yaptığı gibi hayat düz mantıkla çıkarım yapılmaya, tek düze ele alınmaya da hiç müsait değil. Hayat değişken. Mustafa Kemal bile zamanla Abdulhamit’e yaklaşımını değiştirebiliyorsa, Mehmet Akif’e neyi çok görüyorlar?
Müsteşrik Görüşlerinden Pay Almamış Kim Var?
Neymiş? Afgani ve Abduh’un trenine binmiş, onlar da ingiliz ajanı imiş! Abdulhamit’e düşmanlığı bundanmış! Öncelikle bunu en yüksek perdeden haykıran Mısıroğlu’na “Cebinde İngiliz pasaportuyla mı konuşuyorsun?” diyecek kendisi gibi hadsiz bir dar kafalı çıkmadı! Afgani’nin bir örgütü mü vardı? Akif de o örgütün üyesi olarak organize faaliyetler içinde miydi? Hayır! Fikirlerinden etkilenmiş, vazgeçemediği geleneksel değerlerle ulaşmak istediği modernlik arasında sıkışan İslam’ı “asrın idrakine söyletmek” isteyen bir yol tutmuştu.
Elbette Mısıroğlu gibi radikallerle Cübbeli gibi gelenekselcilere hoş gelmeyen bir ‘orta yol’ seslendiriyordu. Akif’in Afgani ve Abduh ile bağı ağırlıklı olarak ‘İslami düşünce paylaşımı’ bağlamındaydı. Bugün kaç Müslüman aydın bir müsteşrik tezinin bir ölçüde paylaşımcısı değildir ki Akif’e çok görelim!.. Bırakın aydınları, ilahiyat hocaları müsteşrik papağanı kesilen hocalarla dolu değil midir bugün? Bu, düşünce üretmede verimlilik meselesidir. Kısırlığımız kusurumuz olmuş ise Akif’e değil asırlar botunca bize, hepimize ait bir eksikliktir. Dolayısı ile Akif’in II. Abdulhamit karşıtlığının ekseni dini değil siyasi idi, İttihatçı çevresinin etkisiydi ve ‘hürriyet’ talebine dayanıyordu.
Cımbızcı Fanatiklerin Göremediği…
Mısıroğlu’nun “ırk” meselesine gelince, bu, Ziya Gökalp’le diş dişe kavmiyetçilik tartışması yapmış Âkif’e, o çirkin küfürlerinden beter bir bühtandır, günahtır. 1914’te Gökalp’in Turan Milliyetçiliği tezi Akif’in “İslam milliyetçiliği” tezini aşarak İttihat ve Terakki yönetimince kabul görmüş ve bu nedenle işinden istifa edip İstanbul’u terk etmişti. 1925’te de Gökalp’in “Türkçülük” tezi Âkif’in ‘İslam Birliği’ tezini aşarak CHP yönetimince kabul görmüş, bu sefer memleketi terk etmiştir. Irkçı düşünceye karşı bu denli mücadele etmiş ve bedel ödemiş birisinin ağzında “ırk” kavramı nasıl ‘faşizan’ bulunabilir? Bütünü göremeyecek, cımbızladığı kelime dışında her yeri örten bir ‘fanatik’ ancak böyle yorum yapabilirdi.
Akif’i Ülkeye Getiren Siyasi İklim
Bir ilave daha yapalım: Akif 11 yıl sonra yurda döndü. Yıl 1936 idi. Tüm yorumlar, hastalığı nedeniyle döndüğü şeklinde. Oysa bir sebep daha var bizce: Devletin ideolojisi değişmeye, sert devrim uygulamaları yumuşamaya başlamış, demokrasi denemeleri havayı yumuşatmıştı. Atatürk’ün ideologu Gökalp, birkaç intihar girişimiyle yaşadığı fikri buhranlar sonunda Türkçülüğü de yumuşatan bir noktaya gelmişti: “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak.” Böylece, CHP’de yeşerip MHP’de sürecek “Türk-İslam Sentezi” fikri doğmuştu.
Bu, Akif için daha ehven bir iklimdi. Hiç olmazsa artık ‘İslamlaşmak’ diye bir hedef de potaya girebilmişti. Bu ülkede artık nefes alabileceğini düşünmüş olmalıydı ki, ölmeye de olsa, yurduna döndü. Dönüşü de ilkeliydi, Mısır’daki ‘duruş’u da. Gidişinin de gelişinin de zamanlaması manidardı. Mısır’da “Gavur Akif” yaftasına bile aldırmadan bir İstanbul beyefendisi olarak kaldı, öyle de döndü.
Safahat’ı Okumayı Bilmeyince…
Gelelim II. Abdulhamit’e hakaretler yağdırdığını söyleyen memleketimizin yetiştirdiği ‘büyük edebiyat üstadı’ Cübbeli’nin iddiasına. Bahse konu ifadeler Safahat’ın Altıncı Kitabı Âsım’da geçer.(*) II. Abdulhamit’e hakaret iddiasına biz, 2016 öncesinde hiç bir kayıtta rastlamadık. Cübbeli gibi edebiyatçılara ilham kaynağı olan yazı ‘Sözcü’ Gazetesi’nde 23 Eylül 2016 tarihinde “Mücahit Arslan Konuşsa Keşke” başlıklı Soner yalçın tarafından kaleme alındı.
Soner Yalçın, Safahat’ın bu bölümünde II. Abdulhamit için bu hakaret cümlelerini bizzat Akif’in sarf ettiğini iddia etmişti. Elbette, yer aldığı karşı mahalle nedeniyle Mehmet Akif’in iyi bir okuyucusu olmamasını doğal görebileceğimiz Soner Yalçın’ın bu yanlışlığına kızmak içimizden gelmiyor. Ya Akif’in düşünce akrabaları için ne demeli?
Zira Akif, metinde çok net anlaşılacağı üzere, tereddütsüz biçimde kendi ağzından değil ‘dalkavuklar ağzından’ rivayet konuşmalar ile aktarıyor bu hakaretamiz ifadeleri. Yani, bir anlatı aracılığı ile kendi söylemiyor, ‘söyleyenlerin varlığını teşhis ve teşhir ediyor.’ Toplumun röntgeni sayılacak, sosyolojik bir olguya işaret ediyor.
Cübbeli Akif’e Niye Laf Sokar?
Üstelik safahat’ın doğru basımlarında O “zalim, ödlek, kızıl kâfir, Yıldız’daki baykuş” ifadelerinin bulunduğu kısım ‘başkasının sözü olduğu vechile’ italik yazılıdır. Kendi düşüncesi olarak söylenmediği aşikardır. Bir müellife rivayet hakkı da mı vermezsiniz! Yoksa, Allah aşkına, Akif gibi birisi ‘şampanyayı öven” cümle kurar mı hiç?! Bari bunu da ilave edin de ithamlarınıza, tüyü eksik kalmasın.
Peki cübbeli niçin Akif’e ‘laf sokmak’ gereği duymaktadır? Acaba, Akif Bey’in, Nakşiliğin Halidî koluna müntesip olmadığından olabilir mi? Hatta II. Abdulhamit bahane edip Akif’ten müridânını uzaklaştırmak isteyecek kadar, gerçekte Cübbeli’yi kızdıracak şiirler de yazmış olabir mi merhum Akif safahat’ta. (**) Bizce gerçek neden de bu.
Dalkavuk mu Görmediniz, Müfteri mi?
Atatürk’ü peygamber yapan ve alnına sopayı yiyen dalkavuk mu görmedik, Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan için “Allah’ın sıfatlarını taşıyor” diyen yalaka ve yağcı tipleri mi? Bu zevatın, abartılı ve yakışıksız övgülerini bir pasaj içinde alıntıyla geçirsek biz söylemiş olur muyuz? Korkarız ki, bu anlama kapasitesindeki üstatlara haiz güzel memleketimizde, olur muyuz, oluruz!
Edebiyat Mahkemesi’nin Alıntı Hükmü
Necip Fazıl’ın sanat eleştirisine gelince, en hafifinden ayıplamak isterim. Mehmet Âkif’e fikir üretmeyip tekrar etmekle itham etmektedir. Gerçekte Üstat Necip Fazıl, kendisi, Akif’in vefatından yaklaşık 2,5 ay sonra Mart ayında Yeni Adam Dergisi’nin 167. ve 172. sayılarında yayınlanan ‘Akif’i nasıl bilirdiniz?” başlıklı anketin katılımcısı 22 edebiyatçıdan bilhassa Şükufe Nihâl’in Akif’in şiirine ilişkin görüşlerini aynıyla tekrar etmektedir.
Kaldı ki Akif’e dava adamı, mücadele adamı, hatip, yazar, mili şair vs. denmiştir ama fikir adamlığının öne çıkarıldığı da yoktur. Olabilir ki bazı fikirleri tekraren işliyor olsun. Fikrin sahibinden daha etkili, daha vurgulu, daha kuvvetli işleyebilmek yeteneği az şey midir? Mahzuru nedir? Veya şöyle soralım, gökkubbe altında hangi düşünür vardır ki söylenmemiş bir sözü ve fikri söylemiş olsun? Boşa mı denmiştir “Et Tekrarü ahsen…”
“Çanakkale Şiiri Küfür, İstiklal Marşı Kifayetsiz?..”
Çanakkale Şehitlerine şiirinde geçen “Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi!” mısraında Peygamberden Çanakkale şehitlerini üstün görmekle küfre girdiği iddiası da isabetsizdir üstadın. virgül eğer ancak kelimesinden önceye konursa o anlama gelebilir. fakat Akif orijinal metinde ancak kelimesinden sonraya virgül koymuştur. Böylece, Bedr’in aslanları Çanakkale’de şehit olanlardan üstündü anlamı çıkmaktadır. Üstadı bu itirazlarımızla birlikte, rahmetle anıyoruz. İstiklal Marşı’nı da ‘kifayetsiz’ bularak kendisinin yazması gerektiğini söyleyip bir de marş yazan Necip Fazıl’ın bu tavrını, savunmacı bir refleksle ‘O’na yakışan kibir’ ile açıklayanlar çoktur. Biz, bir şeyi biliriz: Kibir Ancak Allah’a yakışır.
Bütün bu eleştirenler, hepsi, istisnasız Akif’in her bir şeyine laf etseler de “karakterine” tek kelam etmezler. İngiliz pasaportlu, Deli raporlu, Akçaabatlı Mısıroğlu’nun “peze….k”,”serseri”,”alçak” ifadelerini kendi seviyesine iade ettikten sonra hazır bulunduğu huzur-u ilahide affını dilemek dışında bir söz bize yakışmıyor.
“Kuvvetin Meddahı Olmak…”
Gelin Merhum Akif’in şu dizelerini ürpererek, titreyerek idrak edelim. İşte bütün hal-i pür melalimizin sebebi bu mısralara derc edilmiş gibidir:
“Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak,
Kendi asûdeyse dünya yansa baş kaldırmamak,
Ahdi nakzetmek, yalan sözden tehaşi etmemek,
Kuvvetin meddahı olmak, aczi hiç söyletmemek…”
Burası, sözün bittiği yer…
(*)Halefin farz edelim şimdi öbür mektepten.
Dalkavuklar yeni bir maske takarlar da hemen,
Kuşatırlar yine etrâfinı:
– “Sübhân’allâh!
Bu ne fıtrat, bu ne vicdân-ı meâlî-âgâh!
Zât-ı ulyâları Hakk’ın bize in’âmısınız,
Kimsiniz, söyleyiniz, Hazret-i Mûsâ mısınız?
Hele Fir’avn’ın elinden yakamız kurtuldu;
Hele mahvolmadan evvel sizi millet buldu.
Âh efendim, o herif yok mu, kızıl kâfirdi;
Çünkü bir şey tanımaz, her ne desen münkirdi .
Ne edeb der, ne hayâ der, ne fazîlet, ne vakar;
Geyirir leş gibi, mu’tâdı değil istiğfar.
Aksırır sonra, fütûr etmeyerek, burnumuza…
Yutarız, çâre ne, mümkün mü ilişmek domuza?
Savurur balgamı ta alnımızın ortasına,
Tükürürmüş gibi taşlıktaki tükrük tasına!
Hezeyan, sorsanız, Allah; hezeyan, Peygamber;
Din, vatan, âile, millet gibi yüksek hisler,
Ahmak aldatmak için söylenilir şeylermiş…
Bu hurâfâtı hakîkat diye kim dinlermiş?
Âkil oymuş ki; hayâtın bütün ezvâkından,
Durmayıp hırsını tatmîne edermiş îman.
Âhiret fikri yularmış, yakışırmış eşeğe;
Hiç kanar mıymış adam böyle beyinsizce şeye?
Hele ahlâka sarılmak ne demekmiş hâlâ?
Çekilir miymiş, efendim, gece gündüz bu belâ?
Zevki hakmış adamın, başkası hep bâtılmış…
Çok tuhafmış bunu insanlar için anlamayış!
Âh, efendim, daha söylenmeyecek işler var…
Çünkü nâmûsa musallattı o azgın canavar.
– İyi amma neye sarmıştınız etrâfını hep?
– Hakk-ı devletleri var, arz edelim neydi sebep:
Tepeden tırnağa her gün donanıp sırsıklam,
Hani, yuttuksa o tükrükleri, faslam faslam ,
Vatan uğrunda efendim, vatan uğrunda bütün.
Biz o zilletlere katlanmamış olsaydık dün,
Memleket yoktu bugün, yoktu, iyâzen-billâh…
Öyle üç balgam için millete kıymak da günah,
Herif ancak bizi bir parçacık olsun saydı;
Başıboş kalmaya gelmezdi, eğer kalsaydı,
Mülkü satmıştı ya düşmanlara, ondan da geçin,
Yıkmadık âile koymazdı Hudâ hakkı için.
Bulunur pek çok adam cenge koşup can verecek;
Harbin en müşkili haysiyyeti kurbân etmek.
Bu fedâîliği bir biz göze aldırmıştık.
Ama Hâlik biliyor, bilmesin isterse balık.
Ey veliyyü’n-niam , artık size bizler köleyiz;
Yalınız emrediniz siz, yalınız emrediniz.”
(** ) “Sofuluk satıyorsun, elinde boy boy teşbih
Çevrende dalkavuklar; tapınır gibi, lâ-teşbih !
Sarık cübbe ve şalvar; hepsi istismar, riya
Şekil yönünden sanki; Ömer’in devri, güya !..
Herkes namaz oruçta; hepsi sözünü dinler
Zikir Kur’an sesinden, yerler ve gökler inler !
Ha bu din, iman, takva; inan ki hepsi yalan
Sen onları kendine, taptırırsın vesselam !
Derdin davan sadece, hep nefsi saltanatın
Şimdilik putu sensin, tapılan menfaatin !
Hey kukla kafalı adam, dinle sözümü tut
Bunların dilinde Hak; ama kalbi dolu put!.”
Bir cevap yazın