Ne Olurdu Halimiz Gözyaşı Olmasaydı?
Yüreğim eski tüfek duyguların gelgitlerinde deveran eden bir topaç gibi gâh maziye gâh hâle, dönüp duruyor nicedir.
Nicedir pencerelere dekor oldu dirseğim, yıldızları seyre dalmaktan.
Eskisi kadar yoğunlaşmıyor mu duygularım diyorum bazen. Bazen eskisi kadar ağlayamadığımı düşünüyorum. Köreliyor mu insan yanım?
“Bugün ağla çocuğum, yarın ağlayamazsın,
Şimdi anladığını sonra anlayamazsın”
derken ne de haklıymış meğer üstat!
Vakit varken ve hissediyorken ağla yüreğim. Ağla ki yıldızlar yağsın, ağla ki güneşler açsın…
Ve zaten yıldızları seyre dalınca yüreğimin zembereğini bırakıp titremesinin, hıçkırmasının; “şimdi zamanı mı?” diyenlere cevabı var: Sanıyor musunuz ki, gök denizinin karanlığına serpilen yakamoz şelâlesiyle üstümüze ağan gecenin görkemini seyrediyorum? Sanır mısınız ki takıldığı güzelliğe bakıyor gözüm?
Hayır, gözlerim bu yaz gecelerinin yıldız şehrâyinini, gökyüzünü değil rûhumu seyrediyor. Ve ben her gece yıldızları değil günahlarımı sayıyorum. Yıldızlara değil rûhuma dalıyorum. Ve bir “insanca günah” arıyorum. Ağlıyorum.
“Günahlar” diyorum, “hayvanca işleniyor, insanca değil”. Akılsızca, pervâsız ve cür’etkârca… Ürkerek, ürpererek ve istemeyerek değil. Bilerek ve kasten işleniyor. Planlanarak işleniyor; taammüden! Günahın ardından dönüp kendine “yazık sana” yüzleşmesini yapacak kadar insan olamayanların günahları da hayvanca oluyor. Nedametsiz yanlışlıklar masumiyetini kaybettiriyor insanın.
Pişman olamayanlar kirletiyor hayatı. Günahıyla sevişenler iyilikle boğuşuyor. İnsanlıkla boğuşuyor.
Bense, yaz gecelerinin dipsiz kuytularından birinde, sırtında dağ esintileri; ruhumu seyredip yıldızlarımı sayıyorum. İnsanca bir günah çıkartmaya çabalıyorum içinden. Adam gibi pişman olunmuş. Eritici nedametler yaşanmış bir yanlış bulmalıyım ki ölmesin içimdeki çocuk. Ölmesin ruhumdaki yakut parıltıları.
Umursamazlık… Felç bir uzvun duygusuzluğu… Boş vermek… Hissedememek… Hepsi geçiyor aklımdan.
Ama bu, ölmek demek. Yaşarken ölmek demek. Ben yaşamak istiyorum; her geçen gün daha çok insanlaşarak yaşamak…
İşte bu ruh yangınları içinde mustarip olan ben, gökteki ateşlerime bakıyorum. Gecenin yangını belki güneşin aydınlığına kavuşunca gidecek. Ya ben? Ben nasıl sıyrılacağım ruhumdaki yangınlardan? Yüreğimi ateş topu yapan bu lav nasıl diner ve nasıl siner alev? Ruhumu aydınlatmaya hangi fener kifayet eder? Gözümü ağartan güneşe eş bir aydınlığı da ruhuma tutacak fener imdâdını bekliyorum. Çaresizim.
Derdimi açmayı deneyeceğim bütün insanlardan uzağım.
“Lafzımın dostusunuz, çilemin yabancısı...” konumunda olanlar da öte dursun.
Bana, bende saklı, özel biri konuşsa… Hemhâl biri.
Kırçıl Dedem, sen yok musun? Neredesin? Sıkletteyim. Bir çare söyle, hiç olmazsa anladığını söyle… Biri bir şey söylesin. Duvarlar konuşuyor. Demirler konuşuyor, masalar konuşuyor, insanlardan ses yok!
Geldi mi? O mu?
Evet o, İşte o, geldi yine Kırçıl Dedem… Biliyordum geleceğini. O beni hiç yalnızlığıma terk etmeyen dost.
“Evladım, nefsini sîgâya çeken celseler boyu, erdemli bir iç çaba yaşadın. İnsanca günah arayışın başlı başına insânî bir gelişmedir.
Bu vicdan duruşmaları seni ‘kendini aldatmak’tan kurtaracak, hâlini özüne eşleyecek bir çiledir. Çilehâneye dönen gönlünde yeşeren duygular, insanı yaratanın aradığı ıstıraptır. Düşünmek ibadettir. Ölümü hatırlamak ve hayatı sorgulamak olgunlaştırır insanı.
Nefsin, seni günaha çağırdığında onu dizginleyeceksin. ilk hamlen bu kararlılık olacak.”
Ve ben işi anladım!
Sürekli aydınlık için nefsimin ışıklarını karartıyorum artık.
İnsanca bir günah ararken, bir insan buldum içimde. O gözyaşının ölü kalpleri nasıl dirilttiğini anladım. Necip Fazıl’ın;
“Yaradan rahmetini kahrından üstün saydı,
Ne olurdu halimiz gözyaşı olmasaydı?”
mısraları daha bir anlam kazanıyor zihnimde.
Yine mi, ben düşüncelerle boğuşurken uçup gittin Kırçıl Dedem.
Seninle şöyle bir oturup sohbet edemeyecek miyiz? Hep böyle sayıp sayıp gidecek misin?
Yine de eksik olma Kırçıl Dede’m…
(1994)
Bir yanıt yazın