ARSLAN Kaymakam Şahin ARSAL’ın Davetlisi Olarak Alacalı Aydınlara
‘MEDENİYETİMİZİN SİVİL KODLARI’ Konulu Konferans Verdi.
Konuşma Metni Şöyledir:
Sivil Toplum için “Bunlar evrensel kriterlerdir, kendine özgü şart mart olmaz” demeyeceğim. Türkiye gerçekten kendine özgü şartları olan bir ülke. Kıta Avrupası’nın, ya da Ortadoğu’nun, yahut Ortaasya’nın onlarca ülkesinin yaşam çizgisi birbirini aynıyla tekrar eder. Fakat Türkiye son derece özgün bir deneyim yaşamıştır. İlişkili olsa da asla izdüşümü olmamıştır hiçbir ülke tecrübesinin.
KENDİNE ÖZGÜ BİR TOPLUMSAL DENEYİM
Bizim krizimiz de farklı, kalkınmamız da. Bizim iç sorunlarımız da dinamiklerimiz de farklı. Biz “Batılı bir Doğu toplumuyuz” desem, ‘Laik Müslüman ülke’ ifadelendirmesi kadar kendine özgü bir sosyo-kültürel durumu ifade etmiş olacağız. Biz, ortaçağı da modern çağı da iç içe yaşayan bir ülkeyiz. Buna arabesk diyorlar, aşağılayıcı biçimde, onaylamıyorum. Türk milleti özünü koruyarak kültürel ve siyasal şartlara kendini en iyi adapte edebilen bir tarihten geliyor. Demokrasi öykümüz de öyle. Kendine özgü. “Darbekratik Demokrasi” diyorduk öğrencilik yıllarımızda. Bizde, kutsal devlet ve asker millet anlayışının demokrasi ve sivil toplum ilkeleriyle adaptasyon mücadelesi yaşanıyor. Müslümanlığımız da özgün. Bu ille de kötü bir olgu değildir. Demek ki kimliğimiz var, duyarlılık noktalarımız var da böyle oluyor. Şahsiyetli bir milletiz. Ne güzel.
Şimdi sivil toplum oluşurken nelere dikkat etmeli? Toplumsal bir kurgulama, değerler sistemi ile barışık olmalı değil midir? Bakınız, hayır yapma, çocuk, kadın, çevre, sağlık deyince sorun yok. Sorun nerede başlıyor? Devlet değişsin deyince. Neden? Çünkü biz tehdit algılaması yüksek bir milletiz. Siyasetin bizde olumlu bir anlamı yok. Özel sektörün bile anlamı daha yeni yeni olumlanmaya başladı. Bakın toplumumuz vakıf deyince sıcak bakar genellikle. Dernek deyince şöyle bir durur. Neden? Çünkü dernekçilik muhalefet hareketi olarak görülmüştür. Neye karşı? Devlete. Ve halk sivil olmayı, dernekçiliği suç işlemek gibi algılar olmuştur bir dönem. Demek ki sivil toplumu halka doğru biçimde tanıtmalıyız.
DEVLET VE ASKER SİVİL KARŞITI DEĞİL
Mesela, sivil askerinin karşıtı sanılır. Asker-millet olan Türklere bu bir yadsıma bilinci vermiştir. Oysa ilgisi yok. Bir asker de sivil toplumda rol üstlenebilir. Asla karşıt değildir. Sivil toplum, militarist toplumun karşıtıdır. Bugün askerler de demokrasiyi savunuyor. Devletin bazı rollerini üstlenmek istediği için STK’lar devlet karşıtı algılanır. Halbuki önce devlet olacak ki güvenlik olsun, STK olabilsin. Şiddetin içinde STK yeşermez. STK bir barış kurumudur. Devlet zorunludur STK için. Bunları, bizim sivil toplum savunucularımızın daha net bir duruşla dile getirmeleri lazım. Bu bir devletle savaş değil, devlete yardımdır, yükünü almaktır, etkinleştirmektir. Devletin işi halkı örgütlenmeye teşvik etmek, katılımcılığı desteklemek olmalı. Böyle olsa, çiftçi ‘niye bu kadar para verdin?’ demez hükümete. Hükümet de çok önemli bir şey olmaktan çıkar. Kim gelir, kim gider milleti ırgalamaz. Böyle algılanması lazım. O zaman değişim sorun değil.
Yasal engeller var, bürokratik yönetim geleneğinin tıkaç olduğu gelişmeler var, STK’ların dayanışmasının önünde engeller var, bütün bunlar kaldırılmalıdır. Medya’nın sivil toplum çalışmaları hakkında adil bilgi verme zorunluluğu bile düşünülebilir. Siyasal partilerle ilgili böyle bir uygulama var. STK yöneticilerinin özel teşebbüslerdeki rolleri ve bunların kamu işleriyle ilişkisi de özellikle ele alınarak düzenlenmesi gereken bir iştir.
Örneğin bireysel harekete ‘cür’et’ diyen, farklılık göstermeye ‘sivrilik’ olarak bakan, bireyciliğe ‘bencillik’ olarak yaklaşan bir ‘otoriter bakış’ Türkiye’de konum sahiplerinden silinmedikçe sivilleşmenin yaygınlaşması düşünülemez.
SİVİL TOPLUMUN İTİBARI TEHLİKEDE
Size şunu belirteyim. Ufku, üçkağıtçılıkta Türkiye’nin mentalitesinin ilerisine GEÇMİŞ siyasetçiler var. Hep şirket ilişkileri araştırılıyor. Halbuki bazı uyanık kamu görevlileri STK’lar üzerinden ekonomik imtiyazlara konuyorlar. Toplumu temizlemesi gereken STK’lar kirliliğin aleti yapılabiliyor. Sivilleşmeye geçiş sürecinde hukuksal zemin ve toplumsal kültürleşme oturuncaya kadar böyle sorunların çıkması da kaçınılmazdır. Fakat sivil sektöre güveni sarsacak yaygınlığa ulaşmasından da kaygı duyuyorum.
Yine biraz ezber bozmak istiyorum. Türkiye’de son yıllarda hemen hemen her alanda sivil kuruluşların rol almaya başladığını görüyoruz. Bu sivil aktörlerin hepsinin gerçek birer STK olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bir kuruluşun STK olması için bazı kurallar lazım:
-
Bağımsızlık
-
Gönüllülük
-
Kar amacı gütmemek
-
Kendi yararına çalışmamak.
Bağımsızlık noktasında Batı’da alay konusu olan nitelemelerle anılan bazı STK türleri var. Batı sivil toplumu bunlarla mücadele ediyor. Örneğin Gongo (Government Orginased NGOs), Hükümet, devlet tarafından düzenlenen STK’lar. Bizde yarıdan fazla etkin STK bu niteliktedir. Sonra, Bongo (Bussiness Org. NGOs) var; İş çevrelerince düzenleniyor. Pongo (Political Org. NGO’s) Siyasal Partiler tarafından düzenlenen STK görüntülü örgütler, Fongo (Bazı fonlar tarafından düzenlenen) STK’lar, Com’nGO (Bir başka STK tarafından güdülen STK-gelgit STK-) veya Briefcase NGOs (Evrak Çantası STK) gibi nitelemeler. Böyle olanları da çıkartırsak Türkiye’de çok az STK kalır.
Gönüllük ayrı bir konu: Belediyeler STK sayılıyor zaman zaman. Orada ne bağımsızlık, ne de gönüllülük var. Nasıl STK olur? Barolar ve odalar, üyelik zorunlu olduğu için, gönüllülük olmadığı için STK değildir.
Bizde STK’lar pek kar amacı gütmezler. Fakat kendi yararına çalışmamak ilkesini devreye soktuğumuzda STK’ların çoğu sivil nitelikten çıkar. Çünkü STK’lar mensuplarının sorunlarını çözmek için var olacakken, mensuplarının taşıdığı, amaçlar haline gelmektedir. Kendi çıkarına, kendi kurumsal varlığını güçlendirmeye yönelik çalışmalar çoğunluktadır.
GONGO, PONGO, FONGO, BONGO…
Bunları gördükten sonra STK’ların ‘toplumun gücü’ olup olmadığını tartışabiliriz. Durum, fotoğraf budur. Bu fotoğraf diyor ki: Toplumun değil bazı ‘lokal güçlerin’ sözcüsü olan STK’larla doluyuz. Genel çıkar değil, özel hesaplar devrededir. Bir alanda odaklaşıp hizmet vermektense, STK’lar ilgili oldukları kesimin her alanda varlık ve çıkarının gereği çalışmalar yapmaktadırlar.
STK’ları böyle görürsek, elbette uluslar arası kapitalizmin de emellerine alet olanların olabileceğini görürüz. Eğer dolarlara çok muhtaç bir toplumunuz varsa, yönlendirilmeye de açıksınız demektir. Bunu, hedefi ve imkanı olup da kullanmayacak adam aptaldır. Tabii Soros gibi zeki insanlar da aramızda Bongolarını, Fongolarını gezdiriyorlar.
Bizler Gongolara ve Pongolara karşı son dönemde duyarlı hale geldik. 28 Şubat sonrasında bazı partileri destekleyen STK’lar kapatıldı yahut zayıflatıldı. Ak Parti iktidarı da Gongoları zayıflattı veya kapattı. Bunlar objektif sivil toplum kuramı açısından, nesnel olarak doğru adımlar. Fakat pratik sağlıklı yürümüyor. Ortada bir örgütsüz toplum ve serbestçe cirit atan Soros’un Ofer’in, Alman ve İngilizlerin Bongo ve Fongoları var. İşte bu noktada sivil toplum uluslar arası etkinin abartılı yansıdığı bir bakir alana dönüştürüldü.
STK’ları B,F,P,G eklerinin baskısından alıp tek başına, adam gibi NGO haline getirmemiz lazım. O zaman toplumun gücü olacaklar. İnanılmaz bir güç doğacak. Hayallerimi süslüyor.
Benim bugün için en çok önemsediğim STK’lar Tüketici Haklarını Koruma Dernekleridir. Türkiye’de STK alanında bazı zayıf noktalarımız da var. En önemli eksikliğimiz: Kalkınma amaçlı ve demokratikleşme amaçlı STK yokluğudur. Demokratikleşme amaçlı derken, sadece özgürlükler anlaşılmasın. Özellikle yerelleşme çok önemlidir. Türkiye’de yerelleşme siyasal tartışma alanında yürüyor. Belki siyasetin yerelleşmesinin Türkiye’de doğuracağı olumsuz sonuçlar var. Oysa olması gereken, yerelliğin bir sivil çalışma olarak sağlanmasıdır.
KAMU YÖNETİMİ REFORMUNDA YERELLEŞMEYE ÇÖZÜM:STK
Toplumsal katılımın yerel STK’lar aracılığı ile sağlanması; yerel halk katılımcılığı ile merkezin yerel temsilcilerini yerinde buluşturacaktır. Temsil krizi böylece çözülür. Fakat dayatmacı olmayacak merkez de, yerel talepleri ciddiye alacak, proje demokrasisine geçiş olacak. Böylece çözüm mümkün olabilir. Siyasal, provokasyon amaçlı yaklaşımları böylece kendi marazlı yapılarıyla baş başa bırakıp, tecrit edebiliriz. Kamu Yönetimi reformunun kıyamet kopartan tartışma konusunun çözümü işte bu şekilde yapılacak sivilleşme adımlarındadır. Fakat ‘amaçlı’ yaklaşımlar olduğu için siyasal alandan dışarıya çıkartılmıyor tartışma. Bunun da kimseye faydası yok, olmayacak. Yazık oluyor. Güneydoğu’daki sorunu çok renkli STK’larla kolayca halledebiliriz.
Vizyon olarak ise Uluslar arası perspektifi olan STK’larımız hemen hemen yoktur. Uluslar arası güç olma açısından Türkiye’deki sivil ilişkilerin potansiyeli inanılmazdır, emsalsizdir. Fakat daha dört yıl öncesinde Ecevit hükümeti değiştirene kadar Türkiye merkezli uluslararası STK kurmak yasaktı. Ancak dışarıdaki bir STK’ya izinle üye olabiliyordunuz. Yani, bizlere kuyruk olmak serbest, lider olmak yasaktı. Haliyle uluslararası sivil platformlarda 80 yıldır yer alamadınız. Üç dört yılda bu farkı nasıl kapatacaksınız? Türkiye’yi yönetenler sivil güce, yani Türk insanına, toplumuna büyük kötülük etmişlerdir. Ben bu yanlışı mazur göremiyorum.
Bize göre Türkiye’de STK çalışmalarını geleceği nasıl olacaktır?
Üç şeye bağlı olarak; demokratikleşmenin kesintiye uğramaması, kalkınmanın kesintiye uğramaması ve özgür akademileşmenin kesintiye uğramaması şartıyla Türkiye’deki Sivil toplumun geleceği hakkında olumlu konuşabiliriz.
İSLAM UYGARLIĞININ SİVİL TEMELİNE SUİKAST
Bakın Türkiye’de şu an bir Vakıflar yasası çıkıyor. Vakıfların sermayesi en az yüzelli milyar olacak. Böyle yasa çıkarsa şu anda var olan vakıfların yüzde doksanını kapatırsınız. Bunu 12 Eylül, 28 Şubat yapmamıştır. Bu ‘sivil’ bir anlayış değil. Bu, güç sahiplerini etkin kılmaya ve İslam uygarlığının temelini dinamitlemeye gidecek bir yanlıştır. Dernekler yasasını ne güzel, özgürlükçü bir şekilde değiştirebiliyorsunuz. Fakat Vakıflar yasasına gelince niçin böyle gerici bir anlayışla kurguluyoruz. Burada çuvallıyoruz. Neden?
Açıkça söyleyeyim: Batı’da vakıf kurumu yok, vakıf yasası yok da ondan. Orada dernek ve kar amacı gütmeyen şirket var. Vakıflar yasası nasıl olursa demokratik olur? Batıda bulsak kopyalayacağız. Olmayınca seviye bu! Bu millete, bu memlekete yazık.
ASKERİ ÖZGÜRLEŞTİREREK SİVİL TOPLUMA KATMALIYIZ
Yani, sivilleşme Türkiye’de bir Batı rehberliği olarak yürüyor. Bense, kendi modelimizin içinde Batılı değerleri eritebileceğimiz bir sivil toplum isterdim. Elbette sivilleşeceğiz. Fakat böyle giderse ‘dayanışmacı toplum’ niteliğimizi yitireceğiz. Dayanışmacılık, çok tehdit algısı olan Anadolu Yarımadasının ürettiği bir tarihsel tepki varyasyonudur. Tehdit algılaması yüksek bir ülkede Silahlı kuvvetleri isteseniz de geri itemezsiniz. İtersiniz, sebepleri oluşur daha ağırlıklı olarak gelir. TSK’nın konumu, askerlerin özgürleştirilmesi ile, STK’lara girip tel örgülerden çıkıp halkla iç içe olması ile sivil topluma uygun hale getirilebilir.
GELECEĞİ KURACAK STRATEJİK ARAÇ: STK
Bu tecrübeyi yaşayarak geleceğimiz nokta ise Batı’nın geldiği nokta olacaktır. Bugün Batı’da STK’lar ‘legimator’ dür. Yani meşruiyet üreticileri, yasa yapıcıları. Sivil toplum, sadece geçmişi açıklamak için analitik bir kavram değil, geleceği kurmak için de stratejik bir kavramdır. Sivil knumları bugün iyi tutanların geleceği parlaktır. Örneğin sivil organizasyon olarak Bahailer ve Sihler Müslümanlardan çok daha etkindirler. Müslüman nüfusun yüzde biri olamazlar. Ama Dinler Parlamentosu’nda, Birleşmiş Milletlerde ve Uluslararası toplum üzerinde Müslümanlardan daha etkin olabilmektedirler.
Çünkü Müslümanlar özgürleşememişlerdir; güvenlik ve esenlik de yoktur. Bu nedenle sivil toplum İslam ülkelerine uzaktır. Irak’a saldırının dünyadaki yankısı, bir kaplumbağa duyarlılığına ulaşamamıştır. İngiltere’deki bir yaralı yüzbinlerce Iraklı’nın katlinden çok ses çıkartmıştır. Öyleyse sivilleşme stratejik önem ve değerdedir.
SİVİLLEŞME DEVRİNE DOĞRU
Bugün özelleştirmeler yapılıyor. Bu, KİT’lerin halka açılması Atatürk’ün kuruluş beyanlarına yerleştirdiği bir husustu. Fakat, dikkat edelim: Yarın Sivilleşme devri gelecektir. Bugün özel sektöre devrettiğimiz pek çok alanı; nasıl ki kamunun elinden özel aldıysa, özelin elinden de sivil alacaktır. Sivilleşecektir. Örneğin Eğitim, sağlık, iletişim, doğrudan toplumun ve bireyin konusu olan alanlar sivil sektörün alanı olacaktır. Devleti gerçekten küçülmüş ama etkinleşmiş göreceğiz.
Demokrasi tarihi bir Sivilleşme tarihidir. Demokrasi STK’nın beşiğidir. Türkiye’de de STKların gelişme ve değişme süreci demokrasinin trajedisine paralel olarak ileri dalga, ters dalga şeklinde izlenebilir. Bir tür mehter yürüyüşüdür bu. Fakat demokratikleşmeyle sivil toplumu ilişkilendirmemi istemeden önce STK’ların ne kadar sivil olduklarını düşünmeliyiz.
ASKERİ MÜDAHALELER SİVİLLERİ TANITTI: YOKMUŞ!
Yani sistemden önce zihniyet gelir. STK’lar, örneğin tüm askeri müdahalelere şapka çıkartmıştır. Yine STK’lar hükümetlerden alınacak desteklerle amaçlarını gerçekleştirmek için kuyruk olmuşlardır. Yani, bir hemşehri derneği dahi ekonomik kaynağını belediyeye yaslamak istiyor. Bu, sivilleşme değil, siğilleşmedir! Sivillik vericiliktir, kendinden katmadır; bizdeki ise alıcılık, sömürücülük. ‘Ulufeci’ bir başkanlık geleneği var.
Yine AB sürecinin biçimsel ve nicelik olarak sivilleşme ivmesi verdiğini görüyoruz. Ben niteliksel sivilleşmeyi hala tartışmalı görüyorum. ‘Onuru için yaşayan bireysel bir toplum’ göremiyorum. Ama kabul etmeliyiz; sivil toplum adacıkları var. Oluşmaya başladı. Gelişiyor.
Osmanlı’da akileler eliyle yaşayan sivil toplum tarihi, Cumhuriyetle birlikte üç döneme ayrılır. 1960’a kadar olan dönemde sivil toplum kuruluşu varlığından söz etmek güçtür. Zaten Türkiye’de Sivil Toplum potansiyelinin sorunu kurumsallaşamaması, yani örgütleşememesidir. 1960’a kadar var olan potansiyel sivil toplum kendisini fırkalar, partiler içinde hissettirmiştir. 1960 Anayasasının sağladığı özgürlükler vasatında buna dernekler dahil olmuş, üniversite ve sendikalar devreye girmiştir.1980 sonrası ise vakıflar, platform gibi oluşumlar da halkanın içerisine girmiştir.Çağdaş anlamda STK esenlik ve eğitim düzeyi yakalamış durumdaki bazı illerimizde doğmaya başlamıştır. Bence 1994 Habitat toplantısının Türkiye’de sivil toplum için tetikleyici bir gelişme etkisi olmuştur.
ÜZGÜNÜM, FARKLI BAKIYORUM
Farklı bir şeyler söyleyeceğim. Benden bütün sivil toplumcuların tekrarladığı; din, otorite, devlet ve silahlı kuvvetler aleyhindeki ‘sivil söylem’i tekrar etmemi beklemeyin. Türk toplumunun devletle ilişkisi farklı. Devlet geri çekilince değil, devletin gölgesini hissedince huzur bulan bir toplumuz. Türkiye’de problem bürokratik devletle toplum ideallerinin örtüşmemesinin doğurduğu merkez- çevre çelişkisidir.
ÖZGÜRLÜK, GÜVENLİK, ESENLİK
Kendi yaklaşımım şöyledir: Sivil toplum ancak ‘güvenlik’ şartlarında doğar ve ‘esenlik’ şartlarında gelişir. Bu evrensel bir kuraldır. Güvenliğin ortadan kalktığı savaşlar ve iç kargaşalar döneminde sivil toplumu arayamazsınız. Güvenlik ne ile sağlanır? Devletle. Öyleyse devletsiz bir sivil toplum düşünemezsiniz. Nitekim Batı’da ancak ikinci Dünya Savaşı sonrası güvenli şartlar oluşmuştur. STK sonra gelişti. Güvenlik, bir korku toplumu olan Sovyet Rusya’sında sağlanamadı. Farklı unsurlar tehdit, toplumsal sınıflar düşman algılandı. Güvenlik duygusu yoktu. O nedenle ‘sivil’ hayat doğamadı. Liberal batı güvenlik duygusunu topluma yaymasıyla paralel sivilleşmiştir. Eğer Türkiye’de Osmanlı son dönemi ve Cumhuriyetin ilk dönemi sivil toplum en kötü çağlarını yaşamışsa bundandır. Hemen dönemin ‘devletçi’ zihniyetini kınama kolaycılığına kaçmayalım. O devletçilik, otoriterlikten ziyade bir kalkınma modeliydi. Sivil unsurlara yaslanmayı hedefleyen bir halkçılık prensibinin dengelediği zeminde yürümeye çalışıyordu. Devrinin modelleri içinde; Hitler, Duçe, De Gaulle, Stalin çağından söz ediyoruz. Sorununu gene en yumuşak özen bir örnek. Buna rağmen övgü düzmüyoruz.
Esenlik de önemlidir. Ekonomik refah düzeyine erişmemiş bireylerin sivil mücadele alanında yer alamadıkları tarihsel sivil toplum macerasının bir verisidir. Esenlik, sivil mücadele çabasının biraz da ‘imkan’ realitesinin desteğinde gelişebildiğini gösteriyor. Hiçbir yoksul toplumda demokrasi ve sivilleşme yaşanmış değildir. Olsa olsa, sivil toplum değil ama bir sivil mücadele, özgürlük için verilmiştir. Bu açıdan akla Gandhi’nin etkileyici ‘sivil’itaatsizlik direnişi gelebilir. Kısacası, kanımca sivil toplumun; ‘özgürlük’ dinamosu, güvenlik asgari şartı, esenlik ise gelişme imkanını oluşturur.
Sivil Toplum Kuruluşları, günümüz modern toplumunda kazandığı anlamla; ancak demokrasiler içinde var olabilen bir olgudur. Türkiye’de derneklerin yüzden fazla, vakıfların neredeyse bin senelik mazisi var. Ama Montesquieu’nun doğu despotizmi teorisine ya da Marks’ın Asya Tipi Üretim Tarzı teorisine yaslanıp ekseriyet olumsuz konuşur. Biz de boynumuzu büküp diyoruz ki: Bizde hiç sivil toplum olmadı ki!!
İŞLEVSEL OLARAK BİZDE STK’NIN ÂLÂSI VAR
Ben buna katılmıyorum. Yanılgı şuradadır: Geçmişte bugünün STK’sının ‘niteliğini’ arıyoruz. O zaman sade bizde değil, batıda da yok. Çünkü yaşı elli olmayan bir kurumu yüzlerce yıl öncesinde arayamazsınız. Bu saçmalıktır. Ancak Sivil Toplumun niteliğine değil, ‘işlevsel’ yönüne odaklanarak tarihe bakınca gözlerimiz parıldıyor: Evet, bizde sivil toplum var! Hem de Batı’dan âlâsı var. Ne gibi?
SİVİL ANKARA ÖRNEĞİ!
Daha 1130 yılı. Ankara Ahi Cumhuriyeti kurulmuş. Yani, halkın kendi kendini yönettiği bir düzen. Anadolu Selçuklu Merkezi otoritesi yok olunca yerel Ahilik teşkilatı kent halkını toplayıp karar vermiş, halk yönetimi kurmuş ve kendi işini kendisi görmüş! Dikkatinizi böylece ahiliğe çekmek istiyorum. Ahilik, merkezi otoritenin hiçbir dahli olmayan ‘sivil meslek kuruluşları’dır. Ahilik nedir? Aynı zamanda bir ahlaki kurallar eğitimi ve denetimi yapan kuruluş. Denebilir ki, bu ‘sivil bir anlayışa uyar mı?’ Günümüzde ‘Tüketici Haklarını Koruma Dernekleri’ sivil kuruluşlardır. Amaçları da her ürünün kalitesini ve hizmet etiğinin standardını yükseltmektir. İşlevsel olarak ahilik bu fonksiyonu icra ediyordu. O dönemin ve o şartların STK’sı idi.
SİVİLLİK BİREYİ BÜYÜTÜR
Yine, kendi kural ve ritüellerinin akli değil nakli olması yönüyle ‘sivil’ bulunmayan tarikatlar üzerinde duralım. Sivil toplumun işlevi devleti sınırlandırması, bireyi güçlendirmesidir. Tarikatlar devlet dışı örgütlerdi. Şimdiki deforme olmuş bazı tarikatlarla karıştırmayalım. Zaten Cumhuriyetle onlar kapatılmıştır. Osmanlı Türk toplumunda tarikatların işlevi, bilgi ve hikmet ekolleri olarak bazı düşünce ve ahlak akımlarını oluşturup geliştirmekti. Sosyal demokrasi, liberal demokrasi akımları da bir takım derneklerin savunduğu düşünce ve ahlak akımlarıdır. Bugün o devirde STK sayılabilecek tarikatların benzeri çalışmaları düşünce kuruluşları yapıyor. Mevlana’nın, Hacı Bektaş-ı Veli’nin ya da Hacı Bayram-ı Veli’nin bir ‘duruşu’ vardı. Kamusalı ve özel alanı yorumlayışlarında farklılıklar vardı. Osmanlı da bunlara özgürlük veriyor, padişahlar da yakın olduğu ekolü yönetime yansıtıyordu. Bir düşünce zenginliği vardı. Bugün onların hikmet ve felsefe eserlerini görüyoruz. Felsefe ‘özgür insanın’ harcıdır. Özgürlük bireyle başlar. Çoban Yunus’u Yunus Koca yapan ocaktan söz ediyoruz. Bireyi büyüten, alçaltmayan bir ocaktı onlar.
BİZDE DİN DEVLETİ KURMAZ, SINIRLANDIRIR
Yine din kurumunun da işlevsel açıdan ‘sivil’ bir yönü vardı. STK’ların bir başka işlevi olan ‘insan haklarını ve devletin sınırlarını takip’ eskiden din kurumunun işiydi. Örneğin Yavuz Sultan Selim seferdeyken, İzmir’de ayaklanan Rumları katletme emri vermişti. Gerek Şeyhülislam ve gerekse İzmir Müftüsü karşı çıkıp, bu emri geri çektirdiler. Daha pek çok örnek var. Diyebilirsiniz ki; bunların hepsi padişahın emrindeydi. ‘Kullar’dı. Nasıl sivil toplum niteliği yüklersiniz? Bu, o dönemin vatandaşlık ilişkisi türüydü. Bugün ilkeldir, geridir. Elbette günümüz anlayışının en ileri düzeyini niteliği ile işlevleri ile ülkemizde yaşama geçirmeliyiz. Fakat o günün de ileri bir ‘denge unsuru’ idi din adamı. Bu yönüyle bireyleri korumuş mu? Evet, özgürlük alanı mücadelesi verip devlet denen canavarı sınırlandırmış mı? Evet. Daha sivil bir işlev ne olabilirdi? Nitelik olarak bakarsanız sivil değil. Ama niteliğine bakmak bugünkü olguyu geçmişte aramak olur. Mantık olarak sakattır.
O dönemlerde, Batı toplumlarında bu nitelikte kurumlar yoktu. Din kurumu Batıda bizzat özgürlük ihlalcisi ve bireyin yok oluşunun simgesi idi. Mezhepler ve tarikatlar da öyleydi. Devlet-kral ayrı bir ejderha idi. Bu nedenle Batı’da ‘sivil toplum’ ancak doğu seyahatleri yapan, maceracı burjuvaların yaşadığı kentlerde doğabilmiş bir gelişmedir.Türk toplumunda sivil toplum ‘kent yaşamının’ ortaya çıkışıyla koşut olarak doğmuş tarihsel bir realitedir.
FEODALİTEYİ Hz.ÖMER BİTİRDİ; YENİÇAĞ BAŞLADI: SİVİL TOPLUM BÖYLECE DOĞDU
Alternatif bir sivil toplum tarihi öneriyorum. Osmanlı Türk uygarlığı bir vakıf medeniyetidir. Vakıf, Hz. Ömerin devrimidir. Dünyanın heryerinde feodalite varken O mülki idare ve vakıf sistemini getirdi! Bir toplumsal sistem devrimi yaptı. İnsanlığı ortaçağdan yeniçağa taşıyan temel etken, zamanın yeryüzünün tek egemen modeli olan ‘feodal ilişki’ düzenini, bütün toprakları toplumun ortak malı yapan ‘hukuk devleti’ modeline geçerek geride bırakan Ömer, Müslümanları bu içtihadı ile özgürleştirmiştir. Yani, sivillik, kamu erkinin sınırlandırılması insanlığa doğuda sınıf atlattı.
O kadar yaygın uygulandı ki vakıfçılık, bugün İslam uygarlığını camilerden ziyade vakıflar taşıyor. Camileri bile vakıflar taşıyor. Bu Hz. Ömer’in bilgeliğidir. Osmanlının hukuk devleti olmakla sağlamlaştırdığı bir zemindir. Kuşlara bile baktıklarını biliyoruz, çeşmeler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, okullar, medreseler, hastaneler… hep vakıftı. Vakıf ne idi? Devlet dışı, devletin bile müdahale edemediği bir meşruiyetti. Şimdi, kim Türklerde sivil toplum kuruluşu yoktur, yenidir, diyebilir? Çoğunluk böyle diyor maalesef. Çünkü karşı taraftan bakıyorlar. Yanımız boş!
Bir cevap yazın