Batının Ebedi Şehri Roma -Gezi Notları-

BATI’NINEBEDİ ŞEHRİ” ROMA

-Gezi Notları-

Dr. Osman ARSLAN

2021 yılının 6 Ağustos’unda Viyana’da tanıştık, 20 Ağustos’ta Sarıgerme’de buluştuk, Roma’da tekrar bir araya gelmeye sözleştik ve 16 Eylül’de bu sözümüzü tuttuk. Böyle güzel özeti olan arkadaşlık her hayatta yaşanmaz. Yol arkadaşım Sadık’ın Viyana’da tanıştırdığı Sedat Bey’le kurduğumuz üçlü dostluğun kısa ama derinliği olan uzaktan fotoğrafı böyle.

İnsanlığı Sedat Bey kadar güzel insan az bulunur. Ruhu Anadolu kalmış, Avrupa yaşamını içselleştirmiş… Avrupa’nın iş disiplini ile Anadolu’nun sıcak karakteri onda birleşmiş. Sektöründe vergi rekortmeni olacak kadar başarılı, hiçbir şımarıklığa kapılmayacak kadar doğal ve mütevazı. Avrupa kadar sağlam, Anadolu kadar duygusal bir dost. Roma’da bizi misafir ederken Violet adında Romanyalı bir çalışanını da rehberlik etmesi için Viyana’dan getirmiş.

Bir Kadının Kahrından

Dört gün boyu dördüncümüz olacak Violet, hayatının 32 yılını Roma’da yaşamış. Sonra deli gibi aşık olup evlendiği, varını yoğunu adadığı rüyalarının kadını olmuş karısı tarafından, onun üzerine satın aldığı evin de borcu bitince bir gün valizini kapı önünde bulmuş. O nasıl bir kahırsa, evi değil, Roma’yı da değil İtalya’yı terk edip gitmiş ta Avusturya’ya kadar. Roman olacak kadar duygusal ve maceracı bir Roman’ın hikayesi bu. Patronunun dediğine göre şu anda Violet kendisinin en önemli şefi. Elinden gelmeyen iş yokmuş. İyi bir maaş alıyormuş. Daha geçen yıllarda bir kadınla evlenmiş. Artık çok mutluymuş. Ben de onu evden kovan karısının ne halde olduğunu merak ettim. Bilmiyordu.  Onu, Kilise sömürüsünden nefreti, dini saçma buluşu ve ateist olmasıyla, bir de Toscana purosu ile hatırlayacağız.

Sadık ile Sabiha Gökçen Havaalanından kalkıp Roma Fiomucci Leonardo da Vinci Havaalanına indiğimizde göreceğimiz çağ dışı eziyetten habersizdik. Pandemi nedeniyle fiziken doldurulmak zorunda olan formun internet çağında bir aplikasyonu yoktu. Kuyrukta saatlerce bekledikten sonra sıramız geldiğinde polisin kalacağımız adrese kadar saygısızca sorgulaması hiç de insancıl değildi. İslamofobinin üssü olduğu halde Fransa’da başıma gelmemişti böylesi muamele. Bu arada bizi beklerken Sedat’ın tuttuğu taksinin süresi dolmuş, süreyi uzattırmış bir kez daha süre dolmuş adam da gitmiş. Zaten beklemekten ağaç olmuş Sedat. bir de bizim için tuttuğu taksiyi göndermişti. Pandemi yasakları yüzünden ancak iki kişi alan taksiler arasında minibüs veya panelvan tipi dört kişiyi alacak bir taksi bulmak zor oldu.

Violet bir taksi ararken ayaküstü havaalanı sohbetimizde Sedat, bize bir İtalya sosyolojisi sunumu yaptı. Bu kısa boylu ve yassı yüzlü soy, biz Türklere Avrupalılardan fazla benzermiş. Sohbete bayılan bir halkmış. Hele kadınları!.. Sonra, bizdeki gibi “iş görme” kültürü yerleşikmiş orada. “Dayın ya da paran” varsa her işin olurmuş burada da. Yolsuzluk bizdeki gibi gırla gidermiş. Uyanık olmasan taksiler bile adamı fena çarparmış. Devlet, ülkede kaldığı her gün için yabancılardan 6 Euro alıyormuş. Burada da Türkiye’deki gibi yayalar caddelere, araçlar kaldırımlara çıkabilirmiş. Tetikte yaşanması gereken bir düzensizlikten bahsetti. Bizdeki gibi demeyeceğim “mafya” için; bizimki onlara benzeyecek kadar ünlü olan İtalyan mafyası bir kültür olmuş artık, sokaklara egemenmiş. Bir Napoli anlattılar sanki Adana, Sicilya’dan bahsettiler; Trabzon sanki!

Adriyatik Kıyısında Fatih

Burada hem kanunlara uyacaksın, hem de bir mafya grubu arkanda duracak, büyük olacaksan! “Allah Allah..” dedim içimden, Fatih Sultan Mehmet (Doğu Roma olan) Konstantinopolis’i fethettiğinde (Batı)Roma’ya, İtalya’ya mektup göndermişti ya hani: “Truva’nın intikamını aldık” diye, Truva’da kaybeden Etrüsklerin İtalyan ve Türk ırklarına atalık yaptığını ima ile; “Ey akrabamız İtalyanlar, ortak düşmanımızdan (Doğu) Roma’yı kurtardık” dercesine! Fatih boş biri değilmiş, diyesim geldi, negatif de olsa bütün bu benzerliklerimizi fark edince.

Hoş, Fatih’in imparatora gönderdiği mektubu ajanları eliyle halka da yaymasından İtalyanları safına çekme, aklını çelme amacı güttüğünü düşünen Vatikan lideri Papa II. Pius, 100 sayfalık bir mektubu ile Fatih’e, “Hıristiyan olursan seni Batı Roma’nın Kralı ilan edeceğim, böylece dünyanın tek hakimi olacaksın” teklifini yaparak bu oyunu tersine çevirmek istemiş. Aslında 1 ay kadar sonra 8 Temmuz 1453’te ancak Fetih’ten haberdar olan Papa, önce Büyük Haçlı Kongresi düzenleyip Haçlı seferi tertiplemek istemiş, başaramayınca bunu reddeden krallara kızarak onlara ders vermek için Fatih’e yazdığı bu mektuptaki teklif yoluna başvurmuş. Fatih’in Papa’nın bu mektubuyla yaptığı teklife cevabı da tebessüm ettirecek niteliktedir: “Benim daha güzel bir teklifim var: Müslümanlığı kabul edip gel sünnet ol, seni şeyhülislam yapayım!”

Fatih’in Papa Pius’a kızgınlığı ve Batı Roma’yı alma arzusu dinmedi. 1463 yılında Bosna’yı fethettikten sonra, Adriyatik kıyısına kadar indi. Adriyatik ufkunda parlamakta olan İtalya’ya bakmaktadır. Yanında İstanbul’dan danışman aldığı Floransalı tacir Benedetto Dei ve Pera’da mukim Floransalı tacirler, Martelli ve Capponi de vardır. Fatih, zaferi kutlamak için sahilde üç Floransalı ile akşam yemeği yerken sözü İtalya’yı fethetmek istediğine getirir. Benedetto Dei anılarında Fatih’i, İtalya seferinden caydırmaya çalıştığını yazar. Ama Fatih, vazgeçmeyip bu seferi yapacak ve Roma’nın fethi yolundayken zehirlenerek şehit edilecektir.

Üç Roma

Roma ile İstanbul akrabadır. Hatta Roma Devleti milattan yüzlerce yıl önce İstanbul’da kurulmuş, sonra Roma’yı başkent yaptıysa da İmparator Konstantin M.S. 330 yılında Roma İmparatorluğunun başkentini İstanbul’a taşıma kararı almıştır. Böylece İstanbul’da bir Roma kurulmaya başlanmıştır. İstanbul’daki o antik Roma eserleri bundandır.

Aslında tarihi bilenler dünyada 3 Roma olduğunu da bilir: Roma, İstanbul ve Moskova. Moskova kenti de Fetih korkusu ile Bizans’ın taşınıp üslenerek oluşturduğu bir şehirdir. Rus denen halk da Türklerin İstanbul’u fethetme ihtimaline karşı yüzyıl önceden başlayan bir planlama ile başlamış, bir Doğu Roma projesi olarak sonradan oluş(turul)muştur. Bizans’ın hesabının Moskova’da tutulmasının sebebi de budur. Belki bu üç Roma’dan dolayı “her yol Roma’ya çıkar” demiş eskiler.

İşte bu tarih bagajını içimde hissederek indiğim Roma’nın havaalanı doğrusu eski İstanbul Atatürk Havaalanı gibi geldi bana. Yani “eski”miş ve küçük. Zaten İstanbul’un kardeşi değil miydi Roma, benzeyebilirdi.

Prenses İsabella

Sedat, bize “Roma eski şehri”nde, merkezde tarihi bir şatodan çevirme adını sahibi Prenses İsabella’dan alan otantik bir otelde oda almış. Girişten odaya kadar bütünüyle taş şatonun yeniçağ dönemi çizimleriyle süslenmiş yüksek tavanları altında gezmek, bir tarih koridorunda ileri geri gidiyor duygusu veriyor insana.

Otele, yani Roma tarihi kentine doğru giderken şehirleşmenin çarpıklığını da ülkemize benzetiyorum. Roma çeperi hiç de etkileyici değil. “İstanbul kadar berbat” dedim. Çarpık kentleşmeyi, karmaşık ruh hali, gelecek korkusu, yoksulluk ve gettolaşma diye okurum her zaman. Çarpık kentler bir nevi suç mahallidir gözümde. Hatta çarpık kentleşme bir insanlık suçu sayılmalıdır. Bu açıdan Roma, Eskişehir, Kayseri, Konya ve kentleşme örneği Orta Avrupa şehirlerine kurban olsun. Roma caddelerinde neşeli arkadaşların kahkaha kopartan esprileri arasında çınlayan minibüs taksimiz ilerlerken, bir yandan içimde homurdanıp duran bu sosyal bilimci ruh halime egemendi.

Tarihi şehre girerken arkamda oturan Violet’e, bize benzedikleri düşüncesiyle cevabını bilir gibi sordum: “Burada her yer tarih. Tarihi eser kaçakçılığı çoktur!” “Hayır, dedi. En büyük suçtur. Kimse izin vermez. Tarihi eser kaçırmak vatana ihanet demektir İtalya’da.” Aldığım cevaba “Üff! Dedim. Demek ki bunlar da bu noktadan millet oluyor. Boşa değil.” Tarihe saygı, saygıyı hak eder. İtalyanları bu yönden takdir etmemek mümkün değil. Biz koca tapınakları, kral mezarlarını, anıtları hatta kentleri başka şehirlerde sergilenen bir ülkeyiz. Bağrıma öküz gibi oturdu geçmişine sahip çıkamayan halimiz.

Bir Dişi Kurt Yetiştirmiş Roma’yı

Roma deyince mitolojisiz olur mu? Romanın kuruluşunu anlatan efsaneyi dinlerken “bir Türk hikayesi mi bu?” demeden edemezsiniz. Efsaneye göre, babaları Savaş Tanrısı Mars mı yoksa Herkül mü olduğu kesin olmayan, Romulus ve Romus kardeşler, hayatta kalabilmeleri için anneleri tarafından bir sepete konularak Tiber Nehri’ne bırakılmış. Nehirde sürüklenirken bir kıyıya yanaştığında sepet, onları bir kurt bulmuş ve kendi sütüyle besleyerek büyütmüş. Bu iki kardeş büyüdüğünde yaşayacak yer seçmekte anlaşamamışlar. Romulus kendi şehrini Palatino Tepesine, Remus ise Aventine Tepesine kurmak istemiş. Aralarındaki düelloyu Romulus kazanmış ve kardeşi Romus’u öldürmüş. Böylece kent Palatino’da kurulmuş, adı da Romulus’tan dolayı Roma olmuş.

Sedat Bey, şehri yürüyerek gezme planı yapmış. Doğrusu, bu düşünce, bir açık hava müzesi olan Roma eski şehri için ideal bir yaklaşım. Yapıları, yazıları, insanları, yaşam biçimini, kültürü sindire sindire gözlemleme imkanı veriyor bu karar. Günlük 20 bin adımı geçecek 4 günlük gezimizi akşamdan başlatmakta hemfikiriz. Yürüyüşe geçtiğimizde öğrendik ki Roma antik kenti bölgesi araçsızlaştırılmış. Özel aracınızla girmek isterseniz 60 Euro gibi bir para ödemeniz gerekiyor.

Parana Göre Yer Var

Akşamüstünün alacakaranlığı çökerken havanın tatlı serinliği altında binlerce yılı etrafınızda hissettiğiniz bir tarih koridoru içinde ulu çınarların geniş gölgeliklerinde akarak yürüyorsunuz eski şehre doğru. “Zamanın bugünkü diliminde” pizza salonları ve kafeler dolup taşıyor. Dikkatimi, kafelerde boş masalar varken oturmayıp ayakta kahve içen insanlar çekiyor. Violet’ten sorunca öğreniyoruz ki ayakta içilen kahve 5, oturarak içilen kahve 7, dışarıda şemsiye altında oturarak içilen kahve 10 Euro imiş. Eve dönerken ve işe giderken daha ucuz olduğu için oturmadan, ayaküstü kahve içermiş İtalyanlar. Paranızın miktarına göre muamele edeceklerini bu kadar belli etmeselerdi iyiydi, diyorum içimden. Allah var, bütün iticiliğini hissetmekle birlikte kapitalizmin bu kanıksanmış sınıfçı materyalist toplumsal baskısının altında kalmadık hiç, Sedat Bey hep bahçede oturarak kahve ısmarladığı için kendimizi algısal da olsa oligark zümrede hissettirdi bize😊

Yemek Değil Serüven

Akşam yemeğine kadar açlığımızı tutması için bir kafede atıştırma gereği duyduk. İlkin orada tanıştım “insalata caprese” ile. İri dilimlenerek yatırılmış domateslerin üzerinde fesleğenler ve ortasında yumruk ebadında top mozeralladan oluşan caprese, o gün bugündür İtalyanlar kadar benim de favorim. Mozeralla’yı kesince içinden akan süt, fesleğenin verdiği Akdeniz ferahlığı ve domatesin birleşmesiyle oluşan damak tadı, bir Akdeniz çocuğu olarak bana fazlasıyla hitap etti. İtalya’da her gittiğimiz mekanda kahvelerimize eşlik etmesinden büyük keyif aldık. Fakat şu fesleğen konusunu vurgulamalıyım. Çarşaf, şampuan, sabun, çorba, salata, et… her yerde fesleğen kullanılıyor. Roma, bende fesleğen kokusuyla kaldı. Kafede bir gazlı su ve küçük dilim pizza ile de atıştırmayı tamamlamıştık.

Trevi Hurafelerine Atlarken

Yürüyüşümüzün ilk durağı, Roma denince ilk akla gelen mekan oldu: Aşk Çeşmesi. İtalyanca adı, Fontana Di Trevi. Via del Corso caddesi üzerinden Via del Muratti sokağına dönünce önünüze çıkan Fontana Di Trevi, “Üç Yol Çeşmesi” demek. Gerçekten üç tarafı yol.  Nedense dünyada sadece biz “Aşk Çeşmesi” diyoruz buraya. Gündüzü ayrı, gecesi ayrı güzel bu sanatsal yapı her gün yolumuza çıkacak, defalarca görme imkanı bulacağız. Evlilik tekliflerine, balayına gelenlere, suya para atanlara tanık olduk. Parayı arkanızı dönerek atacaksınız, kurala göre. Benden de para atmamı isteyenler oldu. 20 cent attım ama meğer aşk için sağdan, para için soldan atılıyormuş, ben bilmeden sol taraftan atmışım! Bir inanış da, bu çeşmeye para atan birinin ölmeden mutlaka tekrar Roma’ya geleceği imiş! Bütün Batı’da olduğu gibi İtalyanlarda da böyle batıl inanışlar üzerinden geliştirdikleri kültürler yer alıyor. Trevi, 18. yüzyılda mimar Salvi tarafından yapılmış. Alt tarafta biri saf aşkı temsil eden beyaz at, diğeri ihtirasları anlatan siyah at heykelleri bulunuyor. Aşk felsefesinin kuramcısı Platon da beyaz atı tutuyor. “Platonik aşk” diye dilimize yerleşen saf aşkın imkansızlığı felsefesine bir gönderme olduğu belli. Aşk Çeşmesi adı da mimari tasarımın bu kısmındaki alegoriden geliyor olmalı. Trevi’nin üst kısmımda ise üç Yunan Tanrısının heykeli yer alıyor. Gücün ve savaşın temsilcisi Neptün veya diğer adıyla Poseidon ortadaki büyük heykel. Solundaki sarı saçlı, güzel örgülü Demeter olarak da anılan Yunan tanrıçası Demeter heykeli ise anne sevgisini ve bereketi anlatması için yerleştirilmiş gibidir. Sağdaki heykel ise güvenlik ve esenliğin temsilcisi Roma Tanrıçası Salus’u temsil ediyor. Barok Mimari tarzında 26 m. yükseklik ve 20 m genişlikte yapılmış olan Trevi anıtı, ortasından su çağlayarak ön havuzda toplanacak biçimde tasarlanmış.

Yedi Tepeli Şehirler

Dünya yedi günde yaratılmış. Haftanın yedi günü var. Işık yedi renge ayrılır. İnsanda yedi çakra bulunur. Yedi rakamı, uğur ve kutsallık atfedilen bir sayı olduğundan kadim halklar şehirlerinin yedi tepe üzerine kurulmasını önemserlermiş. Roma da aynı Mekke, Kudüs, İstanbul, Atina, Budapeşte ve Moskova ile birlikte yedi tepeli ilk yedi şehirden biridir. Roma’nın yedi tepesi, Tiber Nehri’nin doğusunda ve şehrin merkezinde yer alan tepeler topluluğundan oluşuyor. Erken Roma’nın yedi tepesi Cermalus, Cispius, Fagutal, Oppius, Palatium, Sucusa ve Velia tepeleriymiş.İlk Roma Palatium tepesinde kurulmuş.

İspanyol Merdiveni

Yedi tepeli bu şehirde Trevi’den sonra yürüyüşümüze devam ediyoruz. Via dei Condotti sokağı üzerinden yürürken Bulgari, Gucci gibi önemli markaların mağazalarını görebiliyorsunuz. Sokağın sonunda İspanyol Merdivenlerine ulaşıyorsunuz. Turist grupların buluşma noktası olan bu merdivenler 135 basamaktan oluşuyormuş. Merdivenlerde oturup dinlenmek yerleşik bir hal almış. James Bond filmlerinden de hatırladığımız 18. Yüzyıl yapısı olan İspanyol merdivenlerini tırmanınca Rönesans dönemi Katolik kiliselerinden, Trinità dei Monti’ye ulaşıyorsunuz. Merdivenlerin önündeki meydanda, Mimar Bernini’ye ait modern hatlı tasarımlardan oluşan bir havuz da yer alıyor. Buradan merdivelere serpişmiş oturan insanları ve katedralin kubbesinin süslediği şehir silüetini keyifle izledik.

Halk Meydanı’nda Kahve

Buradan yeniden ana caddeye yöneliyoruz. Via del Corso Caddesine geri dönüp biraz daha ilerleyince Piazza del Popolo’ya yani “Halk Meydanı”na ulaşıyoruz. Sedat Bey burayı çok seviyor. Meydanı kucaklayan bir kafe onun mekanı imiş. Artık her günün gecesini bu meydanda, bu kafede kahvelerimizi yudumlayarak sonlandıracağız. Burası Roma döneminde protesto, kutlama veya miting meydanıymış. Biz, pandemi ve meydandaki restorasyon çalışmaları nedeniyle hareketsiz görsek de gerçekte, bugün de eylemlerin, gezi gruplarının, akşam takılmalarının mekanıymış aslında.   İstanbul’daki Taksim meydanına benzetilebilir.

Saat 21.00’e doğru ilerlerken akşam yemeği için Sedat Bey’in rezervasyon yaptırdığı Restaurant’a doğru yürümeye başladık.

Bu restaurant’ı sorup araştırarak Violet ile birlikte belirlemişler. Sadık Bey ve bana ise bunun keyfini yaşamak düştü. İtalya’da, bizdeki gibi, sokaklarda yabancı dil bilen eğitimli insan çok az. Hele Türkçe bileni bulmak iyice zor. Biz de o rahatlıkla, bir tarihi kale surunun sokağındaki içi mahzen görünümlü otantik sokak ortamında yaz akşamı tadında serin serin konuşurken, servis yapan garson kızın bir Türk olduğunu, çırpınarak bir şey anlatmaya çalışırken anladık. Bu ayrı bir konfordu artık. Sedat’ın kurgusu şöyleymiş: Bugün balıktan gidelim, yarın pizza ertesi gün et üzerinden İtalyan mutfağını deneyimleyelim.

Binbir Balık

Roma sokaklarındaki gözlem kadar damağımdaki seyahatin de zevk veren heyecanı aldı beni.   Ortaya accughle sotto sale adlı bir akdeniz hamsisinin 3 yıl marine edilerek küçük fıçılarda tuzda ve yer altında bekletilmesiyle elde edilmiş balık turşusunu da andıran bir balık yemeği servisi vardı.  Önden bagnun adındaki Cenova tarafına ait soğan, sarımsak, domates ve fesleğenle tatlandırılmış hamsi çorbası geldi. Calamari fritti denen kızarmış kalamar halkaları ve alghe marine isimli deniz yosunu servisi muhteşem bir birliktelik doğurmuştu. Bianchetti, ana yemek olarak geldi, akdenizin mavi balık serisinden karma bir haşlama balık yağ ve limonla soslanarak servis ediliyor. Toscana bölgesinden maydonoz ve limonla servis edilen barbun balığı yemeği de vardı ki adı sanırım livornese idi. Fresh içecekler eşliğinde güzel bir akşam yemeği sonrası, bunları eritmek için yürümek gerekliydi. Sedat’a nasıl teşekkür etmezsin! Neşeli bir sohbet eşliğinde otele geldiğimizde gece yarısını geçmişti saat.

Otantik odamızın klasik Roma esintili figürlerle kaplı odalarında nasıl uyuduğumuzu bilemedik. Sabah çok çabuk oldu. Günaydın enerjisini yine Sedat’ın güler yüzünden aldım. Yeni bir güne başlayacaktık, uzun yürüyüşler planladığımız bir güne.

İtalya’nın ve Lazio Bölgesi’nin başkenti olan Roma, 2.800 yıldan fazla zaman önce Tiber ve Aniane nehirlerinin arasında kalan topraklara kurulmuş. Katolizmin başkenti Vatikan’ın içinde olması nedeniyle Roma’ya bazı kaynaklarda iki ülkenin başkenti yakıştırmaları da yapılır. İtalya’nın en kalabalık şehri, Avrupa’nın yüzölçümü en geniş başkenti olan Roma’nın yüzölçümü bugün 1.285 kilometrekareye ulaşmış.

Avrupa’da kahvaltı hep sorundur. Bakarsınız, bakarsınız, sonunda birtakım otlar, yumurta, zeytin ve peynirle iktifa edersiniz. Yine böyle bir kahvaltıdan sonra Isabella Otel’den yürümeye başladık.

Roman Forumu

İlk hedefimiz olan Collezium’a(Kolezyum’a) giderken yol üstünde Roman Forumu’nu gördük. Bir Roma’nın kuruluş tarihini panoramik bir sahnede gözünüzde perdelendiren kalıntılar dizisi yol boyu size eşlik ediyor yürürken.

Kolezyum’a varmadan önce bir istirahat kahvesi içtik. Tabii ki pizza tatmadan olmazdı.  Burada ilk kez İtalyan kadın ne demek servis elemanından anladım. Böyle çenesi düşük, bu kadar geveze, bir o kadar pozitif, o nispette de agresif bir insan olabilir ancak. Bir kadında sevmediğim ne özellik varsa toplanmıştı. Her İtalyan muhabbete hazırdı, bir laf et bin söz işit. Violet de bu yönlerini gösterecek hitaplarda bulununca gözlerimizin önüne serildi bu karakter yapısı. Her şey bir “bella donna!” hitabıyla başladı.

Yedi harika’dan Biri; Kollezyum

Bu yorgunluk atma ve ufak atıştırma sonrası hemen yakınımızda olan Kolezyum’a yürüyüşümüzü başlattık. 2007’de dünyanın yedi harikasından birisi seçildiğini öğrendiğimde bir süre kendime gelemedim. 80 yılında, bundan yaklaşık iki bin yıl önce 80 bin kişilik bir ölüm arenası yaptıracaksın! Dev taşlarla kusursuz bir mimari çıkartacaksın ortaya. Zeminin altında açılmış olduğu için şimdi görülebilen zındanlar, zındanlarda köle ve esirler… Arenada aslanların önüne atılarak kanlı yaşam savaşının tezahüratlarla izlendiği sahneler… Arenada, gözümde canlanan gladyatör savaşları, Kralın mağlup olan için öldür işareti, vahşi hayvanların parçaladığı insanlar ve seksen bin insanın kolezyumu inleten alkış ve tempoları binlerce yıl önceden gelip kulaklarımda çınlar gibiydi. İnsanların parçalanmasını zevk konusu yapmak ne kadar itici bir eğlence! Bir yandan birbirimizin fotoğrafını çekip diğer yandan koca arenayı ve katlarını gezmek saatlerimizi aldı. Kalabalık, akın akın gelen turist kafileleri arasında ne kadar hakkını verebildiysek. Kat yollarında müze tadında oluşturulmuş galeriler ve yol boyu dizili heykeller ayrı ilginçlikteydi. Roma’nın en etkileyici mekanlarından birisiydi Kolezyum. Kolezyum’un orijinal adı Amphitheatrum Flavium (Flavius Amfitiyatrosu) imiş. 80 kemerli girişi olan 80 yılında yapılan ve 80 bin kişilik tribünü olan Kolezyum’a bu adını verilmesi gladyatör savaşları yanında idamlar, tiyatro oyunları ve çeşitli gösteriler yanında Hıristiyanlık döneminde Roma’nın paskalya ve kutlama mekanı olarak da görev yapmasından dolayıymış. Sonradan Kolezyum adı Arenaya çok yakın olan İmparator Neron’un “Colossus” isimli heykelinden dolayı kullanılmış. Roma’nın gördüğümüz en güçlü sembolü kuşkusuz Kolezyum’du. Tabii bir açık hava müzesi olan tüm roma’da olduğu gibi Kolezyum’da da deli gibi fotoğraf çektirdik. Kolezyum yolunda ve etrafında hediyelik eşya satanların çoğu Bangladeşliydi. Müslüman olduğumuzu anlayınca daha bir sevgi gösteriyorlar.

İnsan Yıkıcılığının Kökleri

Ülkeye dönünce Gladyatör filmini tekrar izleme gereği duydum. Kolezyum’da gladyatörlerin ve vahşi hayvanların yaşadıkları mahzenleri, arenada insanlar ölümüne dövüştürülürken, izleyenlerin bundan keyif almasını düşündüm. İnsanın kötücül bir damarı var. Erich Fromm’un “İnsan Yıkıcılığının Kökenleri” adlı ünlü eserine bir daha göz attım. Bazı “arena” sporlarını düşündüm; boksu, kafes dövüşlerini…

Mutluluk Ligimiz Aynı

Kolezyum’dan çıkınca karşımıza yek pare bir yapı çıktı: Konstantin Kemeri. Kemer, Roma’nın ilk Hıristiyan hükümdarı Constantin’in Maxentius’a karşı kazandığı zaferi onurlandırmak için Roma Senatosu tarafından 312 yılında yaptırılan 21 metre yüksekliğindeki 3 kemerli girişi olan bir Zafer Anıtıdır. Savaşlardan getirilen kölelerin bu zafer kemerinden geçirilmesi bir Roma askeri ritüeli imiş.

İtalyanların sıcak kanlı ve bizim gibi kısa boylu olması da dikkat çekiciydi. İtalya, dünyanın 6. Büyük ekonomisiymiş. Fakat Birleşmiş Milletler’in Dünya Mutluluk Raporu’na göre ise 50. Sıralarda.  Avrupa’nın en mutsuzlarından yani. Biz de 70. sıralarda olduğumuza göre benzerliğimiz normal sayılabilir. Hiç olmazsa Anadolu insanına benziyorlar. Soluk benizli Kuzey, Orta ve Batı Avrupa insanından farklılar. Zaten tarihçiler de, İtalyanların atalarının Anadolu’dan geldiğini söylüyor.

Sedat Bey hemen kolezyumun karşısında yer alan açık hava müzesini de gezmemizi önerdi. Sadık, ben ve Violet giriş kuyruğunu aştıktan sonra buna değecek bir  doğal ve tarihi güzelliğe, panaromik Roma seyirlerine tanıklık ettik. Bir taraftan Venedik meydanı’na diğer yandan Kolezyum’a bakan Vittoria Emanuella Anıtının üst katından 360 derece Roma seyiri son derece keyifliydi.

Venedik Meydanı’nda Mussolini’nin ünlü konuşmasını yaptığı balkon ve Novana meydanlarında müzik yapan gruplara eserlerini satan ressamlar ilgimizi çeken detaylar oldu.

Margarita!

Yorulmuştuk. Bir kahve molası ve pizza atıştırması ile geçiştirdik öğleyi. Akşam büyük yemeğe hazırlıklı olmalıydık. Ve zaten önümüzde büyük iş vardı: Vatikan.  Ama pizzayı Pantheon’da yiyince keyfi bambaşka oluyor. Margarita’sı muhteşemdi incecik hamur üstünde.

Roma Yürüyüşü

Roma’ya yürüyüşlerimiz damgasını vurdu. Bize dört kulaç mesafe koyarak yürüyen Violet. Ona ayak uydurabilen Sedat. Ayaklarının altı su topladığı halde hiç şikayetlenmeden yürüyen ben ve sık sık mola isteyen Sadık. Eğlenceli takılmalarla günlük 25 bin adımlara ulaşıyorduk. Fakar yürünür bu Roma sokaklarında. Bir sokağın dokusuna hayran kalıp güzelliğinde doymadan bir diğeri çıkıyor önünüze, sonra bir başka sokak elinizden tutup içine çekiyor, ordan da bir başkası. Sanki hepsi diğerinden daha güzel! İşte Pantheon’da böyle bir yerde karşınızda beliriyor. Bu mimari harikalar Sokaklarının arnavut kaldırımlarında ayaklarınız tökezleyerek ilerlerken, bu muhteşem binayı görünce bir süre insan şaşkınlığını gizleyemiyor.

Pantheon Harikası

Roma döneminden kalan en güzel yapılardan birisi diye boşa söylememişler. 118-125 yıllarında Roma tanrılarına adanması için yapılmış. Binanın mimari özellikleri anlatmakla bitecek gibi değil.  Romalıların mimari şaheserlerinde birisidir. Kubbe kısmı hafif, zemin kısmı ise ağır malzemelerle inşa edilmiştir. Ayrıca kubbede bulunan delikten gelen gün ışığı Pantheon’a çok güzel bir hava katıyor. Bu delikten yağmur girmediği söylense de bunun gerçeği yansıtmadığı bilinmekte. Kubbe kısmının o çağda nasıl böyle muntazam bir şekilde beton dökülerek yapılabildiği hala bir sır. Pantheon’da aynı zamanda Raffaello gibi önemli sanatçılar ve eski krallardan II. Vittorio Emanuele’nin cenazeleri bulunuyor.

Uzun yürüyüşümüz Venedik’e kadar ulaştığında ayrı bir dünyaya adım atar gibiydik. Bu dünyayı gezmeden İtalyanların tadına doyum olmayan kahvelerinden bir tane daha aldık. Eh, her gittiğimiz yerde karşılaştığımız ünivesiteli Türk gençlerle beraber…

Gizemli Vatikan

Vatikan’a giderken önce bizi meşhur Aziz Petrus Meydanı karşılıyor. Azizlerin heykelleri bina tepelerine dizilmiş. Papanın Pazar ayinlerini yaptırdığı balkonu karşımızda. Bu meydan 17. yyda yapılmış. Ortasında bulunan İskenderiye’den getirtilmiş dikilitaş M.Ö 1 yy’da inşa edilmiş. Hemen meydanın karşısında bulunan Aziz Petrus Bazilikası şaşırtıcı derecede büyük. Vatikan dünyanın en küçük devleti. Bu küçük devletin artmaz eksilmez tam 900 kişilik nüfusu var. İşlevini herkes biliyor ki çok büyük. Haçlı seferlerinin, opus dei’nin, misyonerliğin, ezoterizmin merkezi.

1929 yılından beri bağımsız bir devlet olan Vatikan, Katoliklerin dini merkezi. Bu küçük ülkenin yöneticisi ise “Papa.” Renkli çizgili pijama gibi kıyafetleriyle 1506 yılından beri dünyanın en eski ordusu olarak iddia edilen(Türkleri görmezden gelerek diyorlar bunu) Bayraklarında 2 anahtar var. Altın olan Cennet’i, bronz olan ise Papa’yı temsil ediyor. Buradaki Aziz Petrus Bazilikası sadece Roma’nın değil, tüm dünyanın en önemli dini yapılarından kabul ediliyor. Yaklaşık 10 müze ve meşhur Sistina Şapeli de bu 50 hektarlık alana kurulu küçük ülkenin sınırları içerisinde yer alıyor. Sistina Şapeli ve Raffaello odaları mutlaka görülmeli. Büyüleyici mimarisi ve işlemeleri ile, Roma’da mutlaka görülmesi gereken yerlerin başında geliyor.

Dünyanın en büyük kiliselerinden olan San Pietro Bazilikası 60.000 kişi kapasitelidir. Bazilika’nın en üst kısmına çıkabilir, Roma’nın seyrinin keyfine varabilirsiniz. Biz çıkamadık. O gün bazı bölümler kapalıydı. Pilimiz bitene kadar gezdik. Ama bitecek gibi değildi. Tek tek galerileri eğer ayrıntıcıysanız bir tam günde ancak bitirirsiniz.

Cem Sultan Melekler Kalesi’nde

Yan kapıdan çıkıp bulduğumuz ilk kafeye canımızı zor attık. Akşam yemeğinin vakti gelmişti. Yemek için taksiye binmek üzere yürüyüşümüzde karşımıza çıkan Melekler kalesini gezemedik. Dış cepheden incelemek ve dışarıda akşam kalabalık bir topluluğa müzik yapan sokak sanatçılarını bir süre izledikten sonra ayrıldık. Melekler Kalesi 139 yılında yapılmış. Fatih’in oğlu Cem Sultan bu kalede hapsedilmiş. Onun hazin öyküsü içimi burktu Kale önünde, Tiber nehri kıyısında insanları izlerken. Mükemmel yetişmiş bir Sultan adayıyken babasının vefat haberinin ulaşması engellendiği için tahta çıkamayan Cem Sultan abisi Bayezıd’ka savaşı kaybeder. Bir Türk devleti olan Memluklara sığınır. Buradan Hicaz’a kadar giderek Osmanlı Hanedanı’ndaki tek hacı olur. Bundan sonra taht için tekrar şansını denemek isteyen Cem Sultan, Rodos Şövalyeleri’yle anlaşır. Ancak aldatıldığını, kendini Papa’nın esiri olarak İtalya’da bulduğunda anlar. Papa, Cem Sultan’a eğer Hristiyanlığı kabul ederse, tüm Avrupa olarak birleşip kendisini Osmanlı tahtına geçirebileceklerini vaat eder. Cem Sultan bu teklifi şiddetle ve nefretle reddeder. 2.Bayezid bir hanedan mensun-bu esir olunca Avrupa’ya sefer yapamamıştır. Papa’ya baskı yaparak kardeşini Fransa’ya teslim ettirir. Papa Fransa’ya gönderir Cem Sultan’ı. Ama göndermeden önce etkisi birkaç gün içinde ortaya çıkacak bir zehir içirdikten sonra…Fransa’da hazin ölümü yaşanır. İşte o zehirin içirildiği Kale ve içiren Papalık. İkisi de burada.

Efsane Tatlar

Rezervasyon yapılan restauranta taksiyle geçtik. Akşamı et deneyimine ayırmıştık bu sefer. Restaurant’ın bütün kaldırımı uzun mesafe boyu kapatan masaları tıklım tıklımdı. Yer bulunmuyor, rezervasyonsuz gelinemiyor ve evlere servisler ardı ardına gidip geliyordu. Atıştırmalık Bruschettalardan sonra Affettato misto  denen kurutulmuş söğüş et son derece ilginç bir lezzetti. Affettati di selvaggina adı verilen Geyik eti olduğunu sonradan öğrendiğim dilimlenmiş ızgara enfes bir sosla sunulmuştu. Bollita denen haşlanmış et ve elbette İtalyan mutfağının Sezar Salatası… Yine efsane tatlarla bir akşam yemeği yemiştik.

Bu mide ancak yürümekle eritilirdi. Kendimizi bir kez daha Halk meydanı’nda Sedat’ın mekan edindiği kafede kahve içerken bulduk.

Bu yoğun gezilerde nasıl olmuştu da alışveriş yapmaya fırsat bulabilmiştik bilemiyorum. Ama son derece ucuz tekstil de var en pahalı kıyafet markaları da var İtalya’da.  Her Avrupa ülkesi gibi kahve-peynir- çikolata ve şarap var ürün olarak sundukları.

Uzun Vakit Kentleri

Çizme, başkentinden ve Venedik’ten anladığım kadarıyla insana çok vakit kaybettirecek renkli kentlerin ülkesi. Bereketli üzüm bağlarıyla dolu uçsuz bucaksız kırları ve eşsiz mimarisiyle Rönesans’ın kalbi Floransa mesela… “Manzaralı Bir Oda” romanının zihnime kazıdığı şehir. Dünyaca ünlü operaların sergilendiği, Sheakspierra’in Romeo ve Juliet’e ev sahipliği yaptırdığı kadim şehir Verona… Goethe’nin “İnsan yalnızca Roma’da kendini Roma’ya hazırlayabilir.” Dediği, antik Roma İmparatorluğunun merkezi, İtalyanların “città eterna” yani “ebedi şehir” dedikleri açık hava müzesi Roma… Ziyaretçilerini yüzyıllardır büyülemeyi sürdüren “denizin gelini” Venedik, “Venedik’te Ölüm”ün muhteşem roman seti.  Banliyöleri ve muhteşem deniziyle “Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım” romanının mekanı Napoli, tarihî güzelliğinden hiçbir şey kaybetmeyen Ortaçağ şehri Ferrara… Kültürü, sanatı, mimarisi ve doğasıyla her sene milyonlarca turist ağırlayan ülke, hem geçmişin hem de günümüzün büyük edebiyatçılarına ve sanatçılarına ilham kaynağı olmuş.

Bu harika anıyı yaşamak unutulmazdı. Başta Sedat’a ve Sadık’a, elbette Violet’e teşekkürler. Sedat’la kırk yıllık ahbaplık düzeyine burada ulaştık.

Benim güzel ülkeme dönüyoruz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ROMANLARDA TEHCİRİN YOLCULUĞU

  • 1.3Bin Görüntülenme Sayısı

Cumhuriyetçiler ve Demokratlar

  • 1.1Bin Görüntülenme Sayısı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hakkımda
Hakkımda
Merhaba. Bu sayfalarda birlikte olmaktan son derece mutluyum. Hoş geldiniz. Hayat yolundayız. Her birimiz ayrı bir mecradan, farklı bir maceradan geliyoruz...

Site Toplam Ziyaretçi: 1186678

Son Yüklenenler

Paylaşımlarımdan Haberdar Olmak İster misiniz?