İHANETİN BASAMAKLARI
Dalgacı Mahmut kadar olamadım. Hani diyor ya
“Gökyüzünü boyarım ben,
Hepiniz uyuyorken,
Kalkıp bakarsınız mavi.
Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker,
Ben dikerim.
Dalga geçerim kimi zaman da,
O da benim vazifem.”
İşte televizyon karşısında Dalgacı Mahmut kadar bile hürriyetimin kalmadığını düşündüm bir an. Koordine edilmiş bir bilinç, yönlendirilmiş istekler, sınırlandırılmış talepler, standartlaştırılmış düşünceler, gördüğünüz andan itibaren reddin fırsatı kaçmış görüntüler karşısındaki mağlubiyetler…
Bir de elektrikleri kesmiyorlar mı! Evde bir koca ahali yapayalnızsınız. Ne konuşacaksın, kiminle? Odamızı ne de dolduruyormuş bu sihirli kutu. Meğer o bir yaşam biçimi olmuş. İhanetin basamaklarında gezinir gibi kanal değiştiriyorsun. İnsanlığa ve insan kalmaya ihanetin. Ve düşünüyorsun babası ölmüş çocuğun dediğine benzer. “Bunu ondan ummazdım.”
İşte hayıflanıyorum şair gibi;
” Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz…
İnsanlar havada uçtu yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
…Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini nasıl sileceğimi öğretmediniz.”
Nasıl hayıflanmayayım, bütün yayınların ardında topu topu kaç kişi olduğunu düşününce; “Şimdiye dek, bunca çok, bunca azın elinde kalmamıştı hiç!” Nasıl hayıflanmıyayım köye dönen dünyamızda hep kırılanın bizim çitimiz, hep talan olanın bizim tarlamız oluşuna! Nasıl iç geçirmeyeyim geçen yüzyıl muhtarlığı kaybettiğimize!
Nasıl dertlenmem içinden çıkmayacak olduğum bir sihirli kutuyu bir aile ferdi gibi barındırdığıma. Nasıl! Hangi baba kendine hergün hakaret eden ve isyan eden bir fertle aynı çatı altında yaşamaya tahammül eder? Hiç! Fakat evinden atan da yok! Demek ki “hayır diyememeye” alışmışız. Hayır diyemeyen özgür değildir! İyi de hayır demek isteyen kim ki kendi kendimize gelin güvey oluyoruz? Zaten, bu haliyle televizyon gibi soğuk bir aleti kabullendiyse, kanıksadıysa insan zaten hedefine ulaşmıştır ekranların arkasındakiler!
İçim bunalıyor. Daralıyorum. Sanki şu milyonla hanelerin sırtındaki antenler; rahminden hançerlenen hamile kadınlar gibi acıyla kıvrandırıyor cemiyeti de ben onlara bir tabip yetiştirememenin boğucu telaşını yaşıyorum. Titriyorum. Terler içindeyim.
Uzanan kablolar evleri esir alanların bağladığı ipmiş gibi hepsini paralamak geliyor içimden. Havayla kapışacağım ses ve ışık dalgaları gidiyor diye. Çıldıracağım. Adeta kudurmuş bir denizin göbeğinde fırtınaya teslim olmuş bir tayfanın acizliğiyle ölümü bekliyor gibiyim. Şakaklarım zonkluyor. Uyku da kabus demektir. Yatağım diken tarlası. Rahatım yok nicedir. Gözlerim kararıyor, kayıyorum. Tutun beni!…
“Sakin ol evladım, O kutu bir yağmur gibidir, hayatsa deniz. Denize düşen, yağmur yağıyor diye ağlamasa gerektir! Ve deniz sakinken dümeni herkes tutar. Sen fırtınalarda alabora olmayacak bir dengeyle götürmelisin hayat gemini. Yağmur elbet pislikleri de indirir. Ama bulut kalkınca nasıl temizlenir tabiat bilirsin!
Sen ki dertlisin! Gamsızlıktan evladır. Hele hiç fark etmemek gamsızlıktan da kötüdür. Dertli deliden çok söyler. Deli gibi oluşun ondan. Ama unutmaki koca kainatın tüm koyu karanlığı bir mum ışığını bile söndüremez. Sen yanmaya ve yakmaya bak! Olur elbette sabah.
Nasıl ki içinde nefsin var ve esiri olmadan yaşayacaksın; dışında da , seni kuşatan gerçekleri inkar ve reddetmeden ve fakat eserleri de olmadan dosdoğru yaşayacaksın. Gayrısı ya inziva, ya ölüm! Evet, inziva sosyal ölümdür. Ölümse bir insana ya ceza, ya armağan ya lütuftur. Ölüm armağanın olarak gelsin!”
İşte yıkılan ruhumu diken nefesle doğruldum. Bu içimi uğuldatan çağrısıyla Kırçıl Dedem yeniden bir aşk yükledi gönül heybeme. Yatağım da yumuşadı. Uyuyabilirim.
Teşekkür ederim Kırçıl Dede’m.
Bir cevap yazın