İnsan Hakları: Kutsal Görev

İnsan Hakları: Kutsal Görev

Dr. Osman ARSLAN

Bugün dile getirdiğimiz biçimiyle insan hakları düşüncesi kuşkusuz Batı medeniyetinin geliştirdiği bir anlayıştır. Bununla birlikte, hiçbir uygarlığın yerden bitme olmadığını, her yeni uygarlığın, kendisinden önceki medeni, bilimsel ve düşünsel seviyenin üzerine koyarak ilerlediğini kabul etmek gerekir. Bu gerçeği insan hakları düşüncesi üzerinden de izlemek mümkündür.

İnsan hakları ilkeleri ilkin Ortadoğu’da M.Ö. 6. Yy’da Kiros Silindirinde görülür, ardından M.Ö. 5. Yy.da Yunan antikçağında, Sofistlerin konusu olarak karşımıza çıkar. Hint Kıtasında M.Ö. 3. Yy.da Asoka Fermanlarında yine insan hakları vardır. 7. Yy.da hazırlanan Medine Vesikası ve Hz. Muhammed’in Veda Hutbesi insan haklarına ilişkin hükümlere yer vermiş, buna dayalı olarak İslam ve Türk medeniyeti bu duyarlı yaklaşımı kendisiyle birlikte örnek uygulamalarla yeryüzüne yaymıştır. Bu örnek uygulamaların bir örneğini 15. Yy. da Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul ve Bosna’nın fethi sonrasındaki fermanlarında görmek mümkündür. Avrupa düşüncesini etkileyen bu uygulamaların tezahürünün ortaya çıktığı 17. Yy.da Avrupa’da başlayan Aydınlanma Çağının düşünürleri, insan hakları düşüncesini bir felsefe haline getirmiş, bu felsefe, 1689 İngiliz, 1776 Amerikan ve 1789 Fransız Yurttaş ve İnsan hakları beyannamelerine esin kaynağı olarak, günümüz dünyasını ve insan hakları düşüncesini belirlemiştir.

Küresel Ortak Gündem: İnsan Hakları

İnsan hakları kuşu, görüldüğü gibi uygarlıkların el değiştirmesiyle beraber hep yeni kıtasına konmuştur. Ancak artık, Mc Luchan’ın deyimiyle “Dünyanın küçük bir köye dönüştüğü” günümüzde, insan hakları artık bir “küresel ortak gündem” halini almıştır.

Artık yeryüzünün tüm toplumları için güncel ve sıcak bir küresel mesele halini alan insan hakları konusunu kavramada, arkasındaki felsefeyi anlamanın önemi atlanmamalıdır. Çoğu kez yapıldığı gibi 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ifadesini bulan insan haklarının tarihsel serüveni ile yetinmeyip felsefi serüvenini de izlemenizin, insan hakları için göstereceğiniz çabaların anlamını da yükselttiğini  göreceksiniz.

Şimdi kolayca okuduğumuz “insan olmak bakımından her bir kişinin temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu” cümlesi, oraya hiç de kolay yazılmamıştır. Belli bir insanca yaşama standardına bugün erişebilmişsek bunu, bizden önce bu uğurda bedel ödemiş ve insan haklarına alan kazandırmış düşünce, siyaset, bilim, ahlak ve hukuk insanlarına borçluyuz.

İnsan Haklarının Arkasındaki Felsefe

İnsan hakları ilk çağ düşünürlerinin doğal yaşam anlayışında yer alsa da, bir hak tespiti olarak Hobbes’un doğa durumunda tanıttığı insanla ortaya çıkar. Hobbes’un ‘temel hak’ olarak nitelediği ‘varlığını koruma hakkı’, bugünkü ifadeyle ‘yaşama hakkı’nı, Locke ‘tüm insan olmanın gereği’ olarak nitelemiş ve yaşama hakkının zorunlu bir sonucu olarak buna, ‘özgürlük ve mülkiyet haklarını’ eklemiştir. Sözleşmeci bir başka düşünür olan Rousseau, ‘doğa durumundan sivil duruma geçişi’ açıklarken ‘eşitlik’ kavramını da ekler. Böylece ‘insan hakları ve eşitlik’ düşüncesi birlikte anılır ve tartışılır hale gelmiştir.

İnsan hakları düşüncesine evrenselleştirici yaklaşımı getiren düşünür Kant olmuştur. Bu evrensellik anlayışını, Kant, iki koşula yaslar: “Herkese yapabileceğin eylemleri yap ve kendine yapılacakmış gibi eylem yap.”

Gerçekten, Kant’ta ifadesini bulan bu güçlü empati duygusu, insan hakları duyarlılığının da çoğu kez güzel bir ölçütü olabilir. Kant’taki bu empatik felsefi yaklaşımı Konfiçyüs’ten de hatırlıyor olmalısınız: Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma.” diyordu Kant’tan ikibin yıl önce. Ya da bundan ikibin yıl önce Yeni Ahit’te empati çağrısı yaparak dendiği gibi, “İlk taşı bu günahı işlemeyen atsın.”

 “Başkasının duygudurumunu kendisi imiş gibi anlama ve hissetme” demek olan empatinin[1] insan haklarını geliştirici bir iç dinamik olduğunu asla unutmayınız.

Kısa süre önce aramızdan ayrılan Doğan Cüceloğlu’nun bir tavsiyesini de ruhuna rahmet olması dileğiyle hatırlayalaım. Ömrünü ‘İnsanca yaşam ve sağlıklı iletişim’ için harcayan rahmetli Cüceloğlu Hoca, bunun için üç şart sayıyor: Koşulsuz saygı, empatik anlayış ve samimiyet.[2]

Empati duygusunun harekete geçirdiği vicdan, kuşkusuz merhametle hareket edecektir. Vicdansızlık, karşıdakini anlamsızlaştırdığımız yerde başlar. Merhamet ise karşımızdakini anladığımızda, onunla empati kurduğumuzda doğar. O nedenledir ki Duha Suresi’nde Yüce Allah, Peygamberine yoksul ve yetim olanlara iyi davranmasını emretmeden önce kendisinin de yoksul ve yetim olduğunu hatırlamasını öğütler.

İnsanı Anlamak

Haklara sahip olan ‘insan’ı anlamak da önemli bir felsefi boyuttur. Foucault’un dediği gibi[3], ‘kendini bilmek’ sadece insan olmanın değil hukukun da en temel ve evrensel ilkesidir. Bu ilke, Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir,/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsin/ Bu nice okumaktır” deyişindeki hikmeti ifade eder.

Freidmann’ın[4] da, insanın kişiliğini ve dış dünyaya üstünlüğünü belirleyen şeyin “karar verme gücü” olduğuna vurgusu anlamlıdır. Zira haklar, haliyle hukuk işte tam da bu, ‘insanın özgürce düşünme ve davranma kabiliyeti’nden doğar.[5] Hegel’in[6] bir nevi cennet hayali gibi “ikinci doğa durumu” diye nitelediği hukuk sistemi, insanın bu özgür iradesini kullanabildiği yerdir. Bir başka ifadeyle özgürlük hukukun doğuş sebebidir, aynı zamanda hukuk insan özgürlüğünün koruyucusu olmak için vardır.

Demokrasi: İnsan Haklarının Zemini

Buraya kadar felsefi olarak önce insanı merkeze almak, sonra haklarına odaklı olmak vurgusunu yaptık. Bu hakların korunması için gerekli olan empati, özgür irade ve hukuk sisteminden söz ettik.

İnsan haklarının hayat alanı bulabilmesinin önemli bir evrensel koşulu daha vardır: Demokratik düzen.

İnsan olmanın özünde irade hürriyeti ve karar alma kabiliyeti olması geldiğini belirtmiştik. Bütün bunlara demokrasiyi de eklemeliyiz. Çünkü insan iradesinin yönetime ve karar alma süreçlerine adil ve eşit katılımı ancak demokrasi ile mümkündür. Demokrasi, insan haklarını temellendiren özgürlükler rejimidir. Özgürlük, Mevlana’nın deyimi ile ‘taş çatlasa bile vaz geçilmeyecek’ bir değerdir.

İnsan Haklarına Tehditler

Sizlere, insan haklarını tehdit eden bazı olgulardan da söz etmek gereklidir. Bunlardan birisi Cemil Meriç’in “idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri” şeklinde çarpıcı ifadelerle yerdiği, ideolojik yaklaşımlardır. İdeolojiler, toptancı önyargılar taşıyan, bireyi önemsizleştiren, dogmatik felsefe ve komplocu yaklaşımlara kesin inanç besleyen, böylelikle bağlılarını gerçeklerden koparıp bir nevi ‘Alamut Kalesi’nde’ yaşatan zararlı cereyanlardır. Onlar için, ideolojilerine karşıt olan tarafın tek varlık nedeni kendileri tarafından yok edilmeleridir. İster bir etnik kimliği, ister dini bir inanışı, isterse felsefi bir açıklamayı ideolojiye dönüştürmüş olsunlar, bu anlayıştakilerden insanca, insana yakışan ve insan haklarını tanıyan bir tutum beklemek mümkün değildir.

İnsan haklarını tehdit eden ikinci bir olgu, çoğu kez kültürden, toplumsal kimliklerden kaynaklanabilen ‘ben ve öteki’ algısıdır. Öteki’ne ‘ona yağmurlu havada su vermem’ sevgisizliği ile bakanlardan elbette insan haklarına riayet beklenemez.

İnsan haklarının bir başka kıyıcısı baskıcı yönetimlerdir. Baskı, tek tip, zorbalık doğrudan insan haklarının karşıtı kavramlardır.

Yine, savaş ortamı doğurduğu yoksulluk, yoksunluk, yıkım ve göçlerle insan hakları dramlarının da sebebidir. İnsan hakları barış sever, barışta büyür.

İnsan Hakları Dalgaları

Her şeye rağmen insan hakları felsefesinin oturmasının bir sonucu olarak doğan normlar sayesinde son birkaç yüzyılda insan hakları standartları dünyada hızla yükselmiştir. 18. Yy.da Fransız Bildirgesi ile negatif haklar diye de andığımız kişisel ve siyasal haklar doğmuştur. Bunlara Birinci Kuşak haklar da diyoruz. Yaşama, adil yargılanma, din ve vicdan hakları gibi.

İkinci Kuşak Haklar 19. Yy.da sanayileşmenin doğurduğu insanlık dışı muamelelere maruz kalan sosyal sınıfların mücadelesiyle doğan ekonomik, sosyal ve kültürel haklardır. Eşitlik, sosyal güvenlik, asgari geçim, izin, çalışma hakkı gibi hakların güvence altına alınması demektir.

Üçüncü Kuşak haklar, 20. Yy.ın dayanışma hareketlerinin getirdiği koruma çabalarıdır.  Kolektif haklar ve uzlaşma hakları olarak da anılabilir.  Çevre hakkı, barış hakkı, gelişme hakkı gibi. Haklar sayılabilir.

Dördüncü kuşak haklar bu yüzyıla da damgasını vuran bilgi toplumu hakları olarak ifade edilebilir. Bilim ve teknolojinin gelişmesiyle doğabilecek insan haklarını ihlal edecek durumlara karşı alınan önlemleri ifade etmektedir.

Görüldüğü gibi insan hakları düşüncesi, insanı, çağın doğurduğu insanlık dışı muamele koşullarına karşı güncelleyerek sürekli korumaya alan bir dinamik süreçtir. İnsan hakları ve eşitliğin korunması yaklaşımını da bu dinamik pencereden bakarak canlı ve açık uçlu tutmak gerektiği açıktır.

Ülkemizde de 2000 yılında 81 il ve 850 ilçede “İnsan Hakları İl ve İlçe Kurulları” kurulmuştur. Bu kurullar, 23 Kasım 2003 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelikle yeniden yapılandırılmış, kurullarda sivil toplumun temsili güçlendirilmiştir. Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu, Kamu Denetçiliği Kurumu ve Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru yolu insan haklarının uygulamasının denetlendiği mekanizmalardır. Bununla birlikte insan hakları ihlallerine neden olan yapısal ve yasal düzenlemeler, ideolojik siyasal yapılanmalar ve bunların baskıları ile ekonomik ve kültürel engeller söz konusudur.

Kutsal Görev

İnsan hakları ihlali bütün inançların yerdiği bir haksızlıktır. İslam dininde Allah’ın affetmeyeceği tek günah olarak anılan geniş anlamlar taşıyan ‘kul hakkı yemek’ kuşkusuz bir insan hakları ihlalidir. Kültürümüzde “Kısa çöpün uzun çöpten hakkını alacağı gün”den söz edilir. Bu eşitlik duygusunun aracısı olmak, insan vicdanında yüksek değeri olan kutsal bir iştir.

İnsanın insanca yaşamasına hizmet etmek, insanın yaratılış amacına da hizmet etmektir. Onun onurunu korunak ve yükseltmek yaratıcısına saygının bir gereğidir. İnsan hakları düşüncesi özgürlüğün ve birlikte yaşamanın da ortamını sağlayan bir dayanaktır. Bir kesimin, bir grubun, bir zümrenin değil doğrudan doğruya her bireyin ve hep birlikte toplumun ortak meselesidir.

İnsan haklarına saygılı bir toplumda hukukun üstünlüğünün yaşandığı  bir ülkede barış ve güven içinde kardeşçe yaşayacağımız günlere kavuşmak dileğiyle.

[1] Üstün Dökmen, İletişim Çatışmaları ve Empati, ss. 157-159

[2] Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı Psikolojinin Temel Kavramları, 17. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul 2008, ss. 482-483.

[3]Foucault, 1993: 127 FOUCAULT, Michel (1993), Ders Özetleri 1970-1982 (Çev. Selahattin Hilav), 3. Baskı, İstanbul.

[4] Friedmann, 1949: 424 FRIEDMANN, W., (1949), Legal Theory, Stevens and Sons Ltd., İkinci Baskı, London.

[5] Perry, 1954: 234-235 PERRY, Ralp Barton (1954), Realms of Value : A Critique of Human Civilization, Harvard University Press, Cambridge.

[6] (Hegel, 1991: 40 HEGEL (1991), Hukuk Felsefesinin Prensipleri (çev. Cenap Karakaya), İstanbul.

ROMANLARDA TEHCİRİN YOLCULUĞU

  • 1.3Bin Görüntülenme Sayısı

Cumhuriyetçiler ve Demokratlar

  • 1.1Bin Görüntülenme Sayısı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hakkımda
Hakkımda
Merhaba. Bu sayfalarda birlikte olmaktan son derece mutluyum. Hoş geldiniz. Hayat yolundayız. Her birimiz ayrı bir mecradan, farklı bir maceradan geliyoruz...

Son Yüklenenler

Paylaşımlarımdan Haberdar Olmak İster misiniz?