“Kusursuz Cinayet”
Sessizlik derin boşluklar halinde iniyor rûhuma. Mecalim yok konuşmaya. Çepeçevre gömülmüşüm sessizliğe.
Kar da tâne tâne düşüyor, milyonlarca olsa da. Yalnız kar tâneleri düştükleri yerde birleşiyor ve aslına rücû edip, suya dönüşüyordu bir şekilde.
Fakat ben aslıma dönememiştim.
Nîsan ne kadar nârinse, Eylül o kadar aymaz, Ocak da o denli sakindi. Mevsimler dönüyordu ve ben kendimi bulamıyordum takvimlerde.
Yırttığım son takvim, “Eğer mecnûn değilsen “Leylâ” diye çölleri incitme” diyordu. Ben mecnûn değil miydim?
Neyi arıyordum? Kendim, öyle çözülmez bir muammâ mı idim ki böyle beyhûde dönüşler içindeyim, diye düşündüm. Takvimler akıyordu ve ben yoktum içinde…
Bir “sessiz gemi” gibi kalkmadan “Şem’ i cânım âsumânın fânusundan taşmalı” değil mi idi? Gök kafes dar gelmeliydi göğüs kafesimden taşana.
Fakat, “gözyaşından ne çıkar, neden ter dökmedin” demeyiniz lütfen.
Ben, ağlamadan terleyemeyen… Ben boyun büküp merhamet ettirmeden başını doğrultamayan… Ben derbeder olmadan dengede olamayan…Ben kimsesiz kalmadan kimsesini arayamayan… Ben yanmadan aydınlanamayan… Ben hastalık gelmeden sıhhatin kadrini bilmekten aciz… Ah, bu; içi düğüm düğüm gurbetlere, dili büklüm büklüm ülfetlere, ruhu boğum boğum rahmetlere düşmüş yolcu… Bu yolcuya bir konak lazımdır. Bir durak, bir liman, bir istirahatgâh, belki daha da öte; bir çilehâne, bir münzevî hayat…
İçimde homurdanmalar kaynıyor. Zaten herkes inzivâda değil mi?
Eskiden bir insanın tırnağı kanasa mahalle ayağa kalkardı, şimdi bir ciğere bomba düşse kardeşinin ruhu duymuyor. Niye?
Şu Cep telefonu, şu yürüyenadam(walkman)lar kuşatmış her yanı. Müziği biriyle bile beraber dinleyemezsin. Söz de, ancak ‘cebi’ olanın kulağından girer. Adam konuşurken kalpten ölse, ne söylendi de öldü bilemezsin!
Katil kim, yok! Bir de bana “internet” diyorlar, “derdine çaredir!”. Neymiş, kimse seni tanımadan arkadaşın oluyormuş, dertleşiyormuşsun, paylaşıyormuşsun, hatta küfürler edip rahatlıyormuşsun, küfrettiğin seni görmeden!
Mesele buysa, muhatabın yokken zaten ne söylersen söylüyorsun! Konuştuğun kişi de, esprine gülerken görmüyor; acına omzunda ağlamıyorsa ne anladım ben “tuş sesleri ve ekran manzaraları”ndan! Robot muyum ben! Zayıf mıyım o kadar! “Kuş sesleri ve kaldırım manzaraları” bana yetiyor. Hiç olmazsa insan kalıyorum.
Diğeri insanı öldürmek! Yani, cinayet. Ama “Kusursuz Cinayet.” Suçlusu bulunamayacak kadar mükemmel organize edilmiş bir cinayet. Eskiden, sadece hayvanileşmeye karşı direnmek zorundaydık. Demek ki artık bir de teknolojinin bir parçası olmaya, makineleşmeye karşı da dirençli olmalıyız. Hem nefisle yaşayıp onun esiri olmamak gibi; hem makinelerle yaşayıp hem de onun eseri olmamaya dikkat edeceğiz.
***
İşte tam bu dost arayan düşünceler içinde yuvarlanırken radyo ses veriyor :
“Geçtim Dünya üzerinden,
Ömür bir nefes derinden,
Bak feleğin çemberinden,
Yolun sonu görünüyor!”
“Yol”un sonu mu? Dedim bir ân. Ama yol arkadaşlarım nasıl? Nasıl bir dünyada yaşıyoruz! Londra’da, Tramvayda; diyor bir dostum; gülerek selamlarsınız etrafınızdaki zenci, hindu, beyaz, sarı ve kızıl derilileri. Bu arada eliniz paltonuzun cebindedir, tornavidayı yokluyordur; gülümsediğiniz insanların tebessümlerinin altını göremediğiniz için…
Böyle bir yolun eni ne ki sonu ne olsun, diye düşündüm. Dar, boğulursunuz. İşte girmişiz Avrupa’ya. Tebessüm yüzlerde asılı bir dekor! Cinayetin bu kadar kusursuzu bulunmaz.
İnsan, beyin kanaması geçirirken olsun acısını belli edecek kadar hür olmalı değil mi? Yıkılırken gülümsemek zorunda mıydın Ebru(Gündeş)? Kameralar silahla bile yaptırılamayacak bu işi nasıl yaptırttı sana? İnsana, tebessümün acı nedeni olduğunu düşündürtecek kadar garip bir sahne! Moralim bozuluyor, yüzünü buruşturup ağlayamadın mı?
Biz olsun ağlayalım bu hale, bırak! Ve bırak “Kusursuz katiller” cinayetlerine devam ede dursunlar.
***
Bu gözyaşı da kusursuz olacak. Bu nefret ve bu sevgi de kusursuz! Bu gönül saltanatı da kusursuz olacak! Hayat kusursuz olacak.
Sevdalar taşıyor gözlerime, hayaller buğularında perdeleniyor dünya penceremin. Yüreğim depreşiyor. Küheylanlar seğirtiyor damarlarımda. Dayanamıyorum.
İçte ve dışta, bunca sükutlara boğulan insanlığımızın katillerini arıyorum. En azından kendi adıma arıyorum onları…Dayanamıyorum.
“ Evladım, dayan. Ne demiş şair:
“Geçer beden yarası
Ben gönülden hasaram,
Sen gözyaşı dökende
Men kızıl kan kusaram.”
Adeta, dağı taşı devirip gelen bir çılgın sele bend vurulmuş gibi duruldum. Doluydum. Ama deliliğimi alan bir dost sesiyle dinmişti köpüren isyanlarım. Meğer yine o dostum uzatmıştı elini. Yine mütebessimdi işte. Gülünce yüzünde güller açıyor… “İşte böyle gülümseyeceksin” der gibi gülümsüyor, devam ediyordu sohbetine:
“ İşte teniyle değil yüreğiyle hissedenlerin muhabbeti böyledir. Bu sevgiyi ne hayvanda, ne makinede bulabilirsin. Ölmez tarafında bulursun yalnız;
“Ölürse tenler ölür,
Canlar ölesi değil.”
Zamanın her parçası kendi sorunlarıyla gelir. İnsanların kimi savaş, kimi sefahat, kimi mal, kimi saltanatla sınana geldi. Senin çağının sınavı da bu.
Çağından kaçmayacaksın. Bu, sınavdan kaçmak olur. Çağı sen çizeceksin. Ki senin tablon olacak. İçinde sen olacaksın. Dengeyi sen kuracaksın ve dengeden ayrılmayacaksın.
Aslına dönüş bundan başka şey değil. Hiçbir değeri yekdiğerine kurban etmeyeceksin. Dostunu da elbette “Yâr-ı sâdık” tan seçeceksin! Demiş ya üstat:
“Yâr-ı sâdık bilir hâlden
Aşk dersini alır gülden
Karşılıksız tâ gönülden
Sevenlere selam olsun!” “
Yapma bunu Kırçıl Dedem, nerden bulursun böyle vurucu ‘gem’i.
Çakıldım işte yerime. Ve uyandım.
Anladım…
Sana selam olsun. Yolun açık olsun.
Bir cevap yazın