Nereden Nereye?

Nereden Nereye?

‘BİZİM ÇOCUKLARA’ YIKILDIĞIMIZ GÜN!..

1945’te Stalin Rusya’sı Türkiye’ye tarihi tehdidini yaptı: ‘Rusya’nın güvenlik açısından yumuşak karnı güneyidir. Boğazlar zayıf Türkiye’nin elinde bizim için güvenli değildir. Boğazları birlikte yönetmeliyiz’ ve ‘sıcak denizlere inemeyen Rusya dünyaya açılamaz, Kafkaslardan Doğu Anadolu’ya ulaşmak stratejik hedefimizdir.’ Bu Rus tehdidi Türk idaresinin kimyasını öylesine bozmuştu ki, tam da o sırada; 1911 yılında 12 Adaları teslim almak üzere İngiltere ile anlaşmış olsak da teslim alamamışken İtalyan komutan Muğla valimizi arayarak “12 adalar sizindir, verelim, gelin teslim alın” demişti. Dönemin Muğla valisi Manisalı Milli Mücadele kahramanı Ethem Bey gözyaşları içinde Ankara’ya müjde getirdiğinde aldığı yüreksiz cevapla şok olmuştu; “Kabul edemeyiz. Çünkü Rusya rahatsız olur, bizi çiğ çiğ yer!”

İşte dönemin Türk yöneticilerinin kuzeyindeki dev gücün işgal riski karşısında sığınacak yer arayan psikolojisi bu olayda çok netti. Fazla geçmedi, Türkiye ABD’ye yöneldi, NATO kuruldu, Türkiye de NATO’daki yerini aldı. Elbette Türkiye’nin güvenliği için de NATO Türkiye’de konuşlandı ve konum aldı. ABD’nin canına minnetti; henüz Kore’de tanıdığı Mehmetçik inanılmaz bir güçtü, onu yanına çekmeliydi. ABD ile aramızda üsler, eğitimler, savunma sanayi işbirlikleri, ekonomik işbirliği anlaşmaları ve IMF destek paketleri, stratejik ittifak ve ortak güdülen bölge politikaları gelişti. Bütün bu ‘İnönü dizaynı’ gelişmelerden doğurduğu ‘Amerikancılık’ yaftasını yemek de Menderes’e düştü. Ve askeri darbeler dönemi bu tarihten sonra başladı; 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat… süre geldi. ABD’nin uzantısı ‘Bizim çocuklar’ hep başardı!…

Ta ki 2006 yılına kadar böyle sürdü. Artık açıkça yazılıp çizildiği için biz de yazıya dökebiliriz: Demirperdenin yıkılması ile yeni bir dönem başladı. Sovyet Rusya dağıldı, Yeni Rusya’nın tehdit gücü ortadan kalktı, dünya tek kutuplu hale geldi, tüm dünyada yükselen din, terör yüzüyle de ezilen İslam dünyasından ABD’ye saldırdı! Artık radikal İslam tehditti, Rusya değil.

D-8 DELİK DEŞİK EDİLDİ

Radikal İslam’ın beslendiği ülkeler Irak, Arabistan, İran ve Filistin’di. Arabistan diplomasi ile, İran yalıtılarak, Irak ve Filistin işgal yöntemiyle tutuldu. Radikallerin üslendiği Pakistan ve Afganistan’dı. Afganistan işgale uğradı, Pakistan teröre bulandı, iç savaşa teslim oldu. Türkiye’de de yükselen siyasal İslam iktidara gelmiş, D-8 projesini G-7’lerin karşısına dikmeye cesaret edebilmişti! Nitekim askeri yöntemlerle RP’nin alaşağı edilmesinden sonra D-8’e imza atan bütün ülkelerde hükümetler değişti, imza atan siyasi isimler de ya öldürüldü ya da siyasetten yasaklandı!..

Fakat Türkiye’de tüm diğer ülkelerden farklı bir deneyim gelişti: Alaşağı edilen kesim, gömlek değiştirdi; Muhafazakar Demokrat bir kimlikle AB ve ABD’yle barışık liberal bir modele dönüşüp yeniden iktidara gelmeyi başarmıştı. Söz konusu ülkeler içinde tek demokratik ülke Türkiye idi ve halk ezilen gördüğü kesimlere sahip çıkmıştı. İktidara gelen ABD açısından terbiye edilmiş Muhafazakar Demokratlar, ya çok kanlı bir şekilde tarihe gömülecek, ya da yolu açılacaktı…

TÜRKİYE’YE GÜN MÜ DOĞDU?

ABD için Türkiye, enerji yolları kavşağında önemi artmış, AB’ye aşkla yürüyecek garantiler veren, ABD ile sıkı ilişkiler içinde ve kabinesine ABD’den prensler transfer etmiş ‘samimiyeti şüpheli’ bir iktidarın elinde idi. Fakat sınavını vermeliydi bu iktidar. Ak Parti iktidarı batıya ve batıcı çevrelere karşı bu samimiyet sınavını kazandı. İktidara yerleşti. Tek tek Potansiyel tehdit odakları kurutulur veya terbiye edilirken bölgede yeni bir yapılanma da başlıca gündemdi. Bu, BOP yapılanmasıidi.

Büyük Ortadoğu Projesi, Hazar’ı, Mezopotamya’yı, Körfez’i ve Balkanları ABD ve Batı için bir güven adası yapmayı amaçlıyordu. Bu coğrafyayı da bir arada tutabilecek tek değer vardı; İslam. Türkiye’de iktidarda bulunan ılımlı yani demokratik İslam anlayışı ise aranıp da bulunamayan bir referans taşıyordu. Üstelik Türkiye’nin askeri gücü, tarihsel etki alanı ve ekonomik enerjisi bu bölgede merkez ülke olmasına uygundu. Türkiye’ye gün doğmuş, ufuk görünmüştü. Öyleyse artık Türkiye’yi karıştıran içerdeki parmağın fazla bir gereği kalmamıştı. Türkiye artık daha bağımsız bir kimlik taşıyacaktı, çünkü yeni dönemde kontrol mekanizması farklı olacaktı.

EN ÜST HUKUKSAL METİN KİMİN ESERİ?

Türkiye’nin en üst hukuksal metni sanıldığı gibi Anayasa değildir. Kırmızı Kitaptır. Hani, Başbakanlara okutulanKırmızı Kitap.  Türkiye’nin temel güvenlik stratejisini ve tehdit algılarını belirleyen Kırmızı Kitap. Anayasa’yı seçilmişler yapar. Gerçi bizde Anayasaların hepsini seçilmişler sadece tasdik etmiştir, yazmamıştır! Bu da ayrı bir konudur. Fakat Anayasa’nın üstündeki Kırmızı Kitap’ı yazanlar bırakın seçilmiş veya atanmış olmayı, doğrudan üniformalı ABD subaylarıydı!Güya NATO görevlileri…

Bu subaylar, NATO adına Milli Güvenlik Kurulu’na bağlı çalışan Genel Sekreterlik bünyesinde bulunurdu. ABD tarafından belirlenen ve Türkiye’nin Kırmızı Kitabını belirleyen bu subaylar, emirlerinde koca bir cumhuriyetin tüm devlet birimlerini gölgesi gibi izleyen kadrolar bulundurarak devlet cihazını takip ettiler.

Yeri geldi Çekiç Güç’ü konuşlandırdılar, yeri geldi Kıbrıs’ta Annan Planı’nı hayata geçirdiler. İhtilalleri yönlendirdiler, iç çatışma ve kargaşayı doğurabilecek ‘iç tehdit’ algıları belirlediler; Kürt-Türk, alevi-sünni, dinci-Atatürkçü gibi… Ülke içinde fay hatları oluşturdular. Kırılma zeminleri ve hazır toplumsal kırılganlıklar ürettiler.

TÜRKİYE’NİN SIKLETİ..?

Türkiye’nin Dünya’da ringe çıkacağı sıkletini de belirlediler; ringe Yunanistan’la çıkabilirsin. Sen ancak Suriye ve İran’la uğraşacak çaptasın. Ermenistan ve Kıbrıs Rum kesimi sana dert olarak yeter… Sen kim, büyük devletler nere, haddişni bil!.. Türkiye’yi çevresinden ateş çemberinde bırakan bir tehdit algısı oluşturdular. Büyük düşünme şansı bırakmadılar. Sen Yunanistan ayarında bir ülkesin, dediler. Aslanı fare ile anı kafese koydular.

Fakat 2006’dan sonra durum değişti; Dünya tek kutuplu hale geldi geleli ABD subaylarının TSK ve MGK içindeki etkin varlığı tartışılıyordu zaten. Bir de Irak’ın işgali ve Kürdistan özerk bölgesi TSK’da ve MGK’da oldukça ağır duygular uyandırmıştı. Üstüne Türk askerine çuval geçirilmesi olayı da dayanılmaz bir tepkiyi uyandırdı: MGK’da Kırmızı Kitabı artık Türk subaylar yazacaktı, NATO görevlisi ABD subaylarına yol verildi!.. ABD, artık bizim kader ortağımız olamazdı!

ERGENEKON NEREYE DENK DÜŞER?

İşte Ergenekon Davası bu gelişmeden sonra tetiklendi. İç huzursuzluğun kaynağı olan silahlı unsurlar temizlendi, Ergenekon örgütü’nün birbirinden ilgisiz ve habersiz vurucu kolları kesildi. Amaç Ergenekon’a dahil tüm kişileri ve unsurları yok etmek değildi; sadecekurulu mekanizma işleyemeyecek hale getirilecekti. Bu nedenle tetikçi, sözcü, vurucu, irtibat noktası olanlar alındı. Kalbe ve beyne dokunulmadı. Dava gösterdi kiPKK, Hizbullah, Hizbuttahrir, Türk İntikam Tugayı gibi ayrı ayrı ideolojik akımlar aynı adresten yürütülmüştü.

DIŞARDAKİ DEĞİŞİMLER

2006’daki bu değişimle birlikte Türk Dış politikası da değişti. Dış politikada Yunanistan denk muhatap olmaktan çıkartıldı; Batı Trakya Türkleri’ni Türk Başbakan’ın ziyareti bunun miladı oldu. Azerbaycan devlet bürokrasisini ve Bulgaristan silahlı kuvvetlerini yapılandırma işini Türk subaylar üstlendi. Ermenistan ile yakınlaşma çabalarına girildi, Gürcistan ile demiryolu projesi geliştirildi. İran ile işbirliği tırmandırılırken Suriye ile kardeş ülke haline gelindi. Orhun Anıtları’nın yolunu Türkiye yaptırdı, Türk Birliği toplantılarını Türkiye finanse etti. Ortak alfabe çalışmalarını Türkiye başlattı ve ilk tek taraflı gümrüğü Türkiye Azerbaycan’a karşı kaldırdı. İslam Konferansında etkinliği ve yönetimi Türkiye üstlendi, Afrika’ya önemli yatırımlar taşındı ve BM Güvenlik Konseyi’ne seçilmeyi başardı. Artık Türkiye çoğu aydına göre bölgesel aktördü. Fakat Fuller ve Clinton ısrarla söylüyor ki Türkiye yeni dönemin küresel aktörü olacaktı.

İRTİCA RAFA KALKTI; İÇERİDE NELER OLUYOR?

Eğer Türkiye küresel aktör olacaksa kendi içinde barışık olmalıydı. Gerçekten kendi içinde bütünleşmeyi başaramayan ülkeler bir büyük hedefe yürüyemezler. Bu nedenle iç çatışma noktaları tek tek ortadan kaldırılmalıydı. Bunlar MGK kararları çerçevesinde uygulandı, hükümet politikaları gibi algılansa da böyle değildi.

Örneğin sessiz bir devrim yaşandı: Türkiye’de ilk kez son genel-yerel seçimlerde ‘irtica’ ve ‘başörtüsü’ tehdit olarak dile getirilmedi. Oysa Türkiye’nin son 60 yılının başlıca temel iç tehdidi ‘irtica değil miydi? 1946’dan beri irtica tehlikeydi, bir anda unutuldu. Atatürk’ün dinle kavgası olmadığı anlatılmaya başlandı, Atatürkçüler dine saygı mesajları vermeye başladı. Üstelik CHP bile türban açılımı, imam aday göstermek gibi jestlerle dini çevrelere barış eli uzattı. MHP ve İslamcı ülkücülerin adresi BBP arasında ciddi yakınlaşma başladı, fakat Yazıcıoğlu’nun vefatı bu süreci kesti. Siyasette başlayan bu ısınma şimdilerde toplumsal tabana taşınmaya çalışılıyor: Popstar’da başörtülü adaya Armağan ve Bülent Ersoy’un ağzıyla verilen destek, en önemli türban muhalifi Metin Akpınar’ın adeta susmak zorunda kalışı da bu aşamayı anlatıyor. Yasal rahatlama arkasından gelecektir. İrtica, artık tehdit olmaktan çıkartılmıştır.

VE SON DEMOKRATİK AÇILIM(LAR)

Aleviler için ardı ardına paketler açıldı, cemevleri devlet himayesine alındı, bütçeler sunuldu. Ardından alevi açılımı geçtiğimiz yılın önemli gündemi oldu. Alevi-sünni çatışması, alevi-sünni kardeşliği şekline her nevruz ve her Kerbela yıldönümünde taşınmaya başlandı. Alevilik bir sol hareket olmaktan çıktı MHP ve AKP’li aleviler belirdi. Bunun toplumsal projeleri henüz yaşama tam olarak aktarılamadı. Aleviler artık bir öcü değildi…

Ve şimdi de Kürt-Türk çatışma hattına müdahale ediliyor. Son demokratik açılım, Kürt açılımı olarak ele alınıyorsa sebebi budur. Fakat bir zorluk var: Diğer konularda çok ılımlı olan MHP ve CHP bu noktada direniyor. Olabilir. Bu direnç uzun sürmeyecektir. Bu çalışmanın bir devlet projesi olduğunu anlamaları her şeyi değiştirecektir. Ve onlar da demokratik açılımı/Kürt açılımını kabul edecektir. Siyaset kurumu bunu sindirdikten sonra toplumsal açılımları da gelecektir. Nitekim Kürt açılımı ile ülke bölünüyor diyenlere Genel Kurmay Başkanı cevap verdi: “Türkiye bölünmüyor. Kapatın Tv’nizi… Herkesi dinlemeyin!” Bu, Kürt açılımının bir devlet politikası olduğu tezimizi doğrulamıştır.

Tarihin seyri içinde demokratik açılımın nereye düştüğünü böylece gösterdiğimizi sanıyoruz.

ROMANLARDA TEHCİRİN YOLCULUĞU

  • 1.3Bin Görüntülenme Sayısı

Cumhuriyetçiler ve Demokratlar

  • 1.1Bin Görüntülenme Sayısı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hakkımda
Hakkımda
Merhaba. Bu sayfalarda birlikte olmaktan son derece mutluyum. Hoş geldiniz. Hayat yolundayız. Her birimiz ayrı bir mecradan, farklı bir maceradan geliyoruz...

Site Toplam Ziyaretçi: 1182820

Son Yüklenenler

Paylaşımlarımdan Haberdar Olmak İster misiniz?