O GECE…

O GECE…

-15 Temmuz Gecesi Anıları-

Osman ARSLAN

15 Temmuz akşamı 20.00 sularında eve ulaşmış, her zamanki gibi akşam yemeğimizi yemiştik. Ufak tefek işleri halledip ailece salona oturduğumuzda 21.30 sularıydı. Az sonra tepemizden huzurumuzu bozan uçuş sesleri geldi. Bunlar askeri uçaklar olmalıydı. Bir, iki üç olunca “Hayırdır, bayram değil, seyran değil. Bu jetler ne yapıyor?” demeye başlamıştık. Ardından çatışma sesleri gelmeye başladı. Saat 22.00 sularıydı. Bu, olağanüstü bir durumdu. Haberlerde jandarmanın Boğaziçi köprüsünü kestiği de yer almaya başlamıştı.

Evde gelişmeleri sürekli değerlendiriyorduk. “Jandarmanın orada ne işi var? Bu asker kışladan çıkmış!” diyorduk.  “Askeri müdahale” olduğu her halinden belliydi. Ama kim, kime, nasıl, niçin soruları sıralı duruyordu. Bir yandan da insanın böylesi bir ihtimale inanası gelmiyordu.

Bürokraside görevli yakın bir dostuma yazdım: “Neler oluyor?” Şehir dışındaydı. Habersizdi. Araştırmaya başlayacağını söyledi. Üniversite yıllarından beraber olduğumuz arkadaşlarla whatsap grubumuzdan yazışmaya başlamıştık. “MİT’te çatışma başladı” diyordu o tarafta oturan bir arkadaşımız. İşittiğimiz çatışma sesleri de o olmalıydı. Bu sırada televizyondan Genelkurmay’a ateş açıldığı haberi geldi. Durumun vahameti ortadaydı.

KALKIŞMA BAŞLIYOR

Durumu sürekli yorumlamaya çalışıyorduk. Genelkurmay’a askeri unsurlarca saldırıldığına göre “bu girişim emir komuta zinciri içinde değildi.” MİT’e saldırıldığına göre, hükümet hedef alınmıştı. Yani darbe olduğu kesindi. Bu sırada saat 23.00 sularına gelmişti ve Başbakan da açıklama yapmıştı: “Bir kalkışma ile karşı karşıyayız.”

Puzzle’ın parçalarını kafamızda tamamlamıştık: “Askerin içinde bir grup tarafından darbe yapılıyor.” “Ordu içinde ulusalcılar ve Fetullahçılar güçlü. Acaba hangisi yapıyor?” işte bu sorunun cevabını hemen verebildim: “YAŞ’ta 2700 Fetullahçı subayın tasfiye edileceği haberleri çıkıyordu. Bu tasfiye olursa artık işimiz biter diye ABD bunları saldırtıyordur. Bu, son şansı olduğunu düşünenlerin ‘ya tutarsa’ darbesi! Tutmasa bile ülke yara alacak, belki içsavaş çıkacak!” Bu oyunda her türlü kazanacaktı onlar!

Çocuklarım korku dolu gözlerle gelen silah ve jet seslerini, televizyondaki saldırı ve askeri hareketlilik görüntülerini izliyordu. 28 Şubat sürecinden itibaren Fetullahçılar eliyle bize yaşatılan mağduriyetler canlandı teke tek gözlerimizin önünde. Sonra ülkede yaşanan kumpaslar, devleti organize suç örgütü haline çeviren gelişmeler… “Bu darbe başarılı olursa bunlar kimseye hayat hakkı tanımaz!” diyorduk.  Bunlar başa gelirse itaat mi edecektik yani?

ALLAH’IN DEDİĞİ OLUR!

Cevap netti: “Hayır, İtaat etmeyeceğiz.” Öyleyse tam şimdi direnme zamanıdır! Ancak merak ettiğimiz bir şey vardı: Cumhurbaşkanımız yaşıyor muydu? “Eğer yaşıyorsa sokakta yalnız olmayız” diyordum: “Eğer o yaşıyorsa biz bunlara pabuç bırakmayız. Ölmüşse de kanını yerde koymayız. O bizim devlet başkanımız. Allah’ın dediği olur.”

Artık ayaklanmıştım. Saat 24.00 sularına gelmişti. Ardarda bilgiler akmaya başladı. Genelkurmay Başkanı rehin alınmıştı. Başbakan bu kalkışmanın askerin içinde yuvalanmış bir grup tarafından yapıldığını açıklamıştı. Ve nihayet Cumhurbaşkanımız da CNN Türk kanalında cep telefonundan halka “sokaklara çıkın ve direnin” çağrısını yapmıştı.

Bir yandan da whatsapptan kapalı grup yazışmaları oluyordu:  “Bu saatte darbe de olmaz, acaba Suriye’ye harekat mı başladı?” Diğer yandan siyasilerle görüşmüş olan dostumdan da haber gelmişti: “Paralel yapı devleti ele geçirmek için darbe yapıyor.”

Bu süre zarfında içimdeki muhakeme tüm yoğunluğu ile devam ediyordu. Fetullah Gülen ABD’nin esiri idi. ABD ile kendi emellerinin uzun süredir tevhid olduğu bilinen bir gerçekti. Onun inananları da kesin inançlı insanlar olduğundan bu manyakça hareketi yaparlardı. Sayın Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi “haşhaşî” gibiydiler. O halde bu yapılan aslında üniformaları bizden de olsa işgal hareketinden başka bir şey değildi. Bu düpedüz bir ABD işgali idi. ABD’nin var olduğu bir yerde İngiltere ve İsrail muhakkak var olmalıydı! Silah, hukuksuzca kullanılıyordu. İnsanların kendi geleceğini belirleme hakkına hukuk dışı müdahale ediliyordu. Buna direnmek cihat sayılırdı. Bu uğurda ölmek de şehadet demekti. Tereddüde gerek yoktu. Söz konusu, vatandı.

SOKAĞA ÇIKACAĞIM!

Susmayan telefonumla yurdun dört bir yanından arayan arkadaşlarıma aynı şeyi söylüyordum: “Bu ülkeye yapılan tarihin en adi sabotajıdır. Sonuna kadar direnmeliyiz. Ben sokağa çıkacağım!”

Abdestimi aldım ailemle helalleştim. Silah ve jet sesleri iyice artmıştı. Ben dışarı çıkarken küçük kızımın gözündeki ağlamaksı ifadeyi, o endişeyi unutamam. Tıp Fakültesinde okuyan büyük kızımsa, “ben de geleceğim” diyordu. “Yok kızım, dedim, sen gelme. Şimdilik eğer olacaksa, bir aileden bir kurban yeter.” Evden ayrılırken, giderayak “Şimdi bir silahım olmalıydı” diyebildim.

Arkadaş grubumuz “Çıksak mı çıkmasak mı, acaba, Paralel mi gerçekten?” türünden yazışıyordu: Çok net bir cevap yazdım: “Paralel de yapsa, ulusalcılar da yapsa, Genelkurmay Başkanı da yapsa darbe alçaklıktır. Ben çoktan çıktım dışarı. Tanklar neredeyse oraya gidiyorum.” Mehmet ve Cemal de çıktıklarını söylüyordu. Ardından Emre ve diğerlerinden mesajlar geldi. Komşularımdan karşılaştıklarıma arabalarıyla gelmelerini söyledim. O sırada arayıp tavrımı öğrenmek isteyen arkadaşlarıma da “Bugün değilse ne zaman lazımız vatana?” diyordum.

FETİH SURESİ

Aşağıya indiğimde ülkücü gençleri sokakta koşturuyor gördüm. “Herkes dışarıııı, ülkücüler dışarııı” diye sesleniyorlardı. İşte, dedim hükümetten olmayan bir unsur indiyse sahaya bu direniş sekter kalmayacak, “milli mücadele” olacak. İçimden bir “Elhamdülillah” geldi. Aracıma bindim, telefonumdan Fetih Suresini açtım, yola çıktım.

Nereye gideceğimi bilmiyordum. Hedef Cumhurbaşkanı olduğuna göre “Külliye’ye gitmeliyim” dedim. “Cephe oradadır.” Evimin bulunduğu Etlik tarafından Çiftlik kavşağına geçerek Külliye’ye ulaşmayı planladım. Güzergâhım Yenimahalle’deki MİT Merkezinden geçiyordu. Oraya ulaştığımda halk sokağa inmiş, araçlar MİT etrafında çakılı vaziyete gelmişti. MİT’e yapılan helikopter saldırısı, içeriden gelen çatışma sesleri ve kampüsten dışarı taşan mermilerin izleri geceyi kâbusa çeviriyordu. Trafikte kilitlenmiş durumda yarım saatten fazla zaman geçmişti. Arabalardan zaman zaman sarkıp slogan atıyorduk. Konuştuğum yaya bir genç grup MİT’te yaralı ve ölüler var. Kapıda bile gördük dediler. İş ciddiydi gerçekten.

Bu şenaeti yapanlara lanetler okuyarak, orada çakılı kalmaktan kurtulmaya karar verdim.  Demetevler Parkı tarafından Anadolu Bulvarı’na geçtim ve Celal Bayar Bulvarı üzerinden Söğütözü’ne geçerek AK Parti Genel Merkezi’ne ulaştım. Arabamı TOBB Üniversitesinin yan tarafına bırakıp Genel merkeze doğru giden gruplardan birisine katıldım. Saat gece 01.20 suları olmuştu. TRT’nin darbeciler tarafından ele geçirildiğini biliyordum. Kalabalıkla birlikte AK Parti Genel Merkezine doğru gidiyorken bir askeri helikopter ateş açmaya başladı. İnanılmaz bir görüntüydü. Halkı tarıyordu skorsky. Genel merkezin ışıkları sönüktü. Halk yere yatmış, korunmaya çalışıyordu. Saldırı geçince yerini sloganlara bıraktı. Kaçan, dağılan değil gök yüzüne kükreyen bir kalabalık… Halk oradaydı ama parti yetkilisi kimsenin olmadığını söylüyordu insanlar.

GECENİN İLK BİLDİRİSİ!

Genel Merkez’e tam yaklaşamamıştım henüz, telefonum çaldı. Arayan işyerimdeki sorumluluğu altında çalıştığım yöneticiydi. Ülkenin en önemli yargı kurumu olan Anayasa Mahkemesi’nin basın şefi idim. Yöneticimiz, “Yaşanmakta olan darbe girişimine karşı Başkanlık olarak basın duyurusu hazırladıklarını, web sitesine basın duyurusunun konulduğunu, ancak bunun basına da acilen geçilmesi gerektiğini” söylüyordu. Sanırım hayatımda bu kadar inanarak yapacağım bir iş daha olamazdı. “Hemen Mahkeme’ye geçiyorum” dedim. Saat 01.30 gibiydi. Aracımı bıraktığım yerden alarak hızla kuruma yöneldim.

Kurum nizamiyesinde beni emniyet güçleri karşıladı. Teyakkuzda bekleyen güvenlik güçleri tarafından el fenerleri ve silahlar üzerime doğrultulmuştu. Güvenlik görevlileri beni tanıyınca gerginlik dindi, silahlar indi, yaklaşarak gelme amacımı sordular. “basın duyurusu yayımlandı, onu medyaya ve basın mensuplarına iletme görevi verildi” dedim. Güvenlik Müdürü kapıyı açtırarak içeri aldı, aracımı hemen yakına park ettirdiler.

Binada karartma uygulandığı için Güvenlik Müdürü ve bir polis odaya kadar el fenerleriyle bana eşlik ettiler. Giderken Müdür Bey, “İyi cesaret ettin de geldin. Biz de askerleri bekliyoruz her an. Tetikteyiz.” dedi. “Pekiyi dedim, gelirlerse ne yapacaksınız?” Yapılacak belli der gibi omuzunu kaldırdı: “Bize teslim etmeyin dendi, talimatı yerine getireceğiz, gerekirse çarpışacağız.” 10 dakika içinde, saat 2.00 sularında bütün yerli ve kayıtlı olan yabancı basına ve medyaya “Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’nın her türlü demokrasi dışı girişimin karşısında olduğunu” belirten Başkanlık duyurusunu resmi web sitesindeki erişim linkiyle birlikte geçmiştim.

Bu basın duyurusu ile Anayasa Mahkemesi Başkanlığı, ileride “darbe girişimine karşı ilk tavır alan kurum Başkanlığı” olarak anılacak, Başkanlık tarafından bu kritik aşamada darbe karşıtı açıklamanın yapılmasının önemini Sayın Cumhurbaşkanı da atv’de çıktığı canlı yayında vurgulayacaktı.

Kurumdan, polis arkadaşlara manevi destek ifadelerinde bulunarak selamlaşıp ayrıldım.

TANKLARLA YÜZYÜZE…

Gidecek nokta tayin etmem gerekiyordu. Haberleri ve grup yazışmalarını gözden geçirdim. Yoğunluğun Genel Kurmay Başkanlığında olduğu bilgisini edindim. Genelkurmay’a gitmeye karar verdim ama Eskişehir yolu kapatıldığı için o taraftan gidemezdim. Anıtkabir yanından Gençlik Caddesi’ne inerek geçebileceğimi düşündüm.

Anıtkabir’den Gençlik Caddesi’ne girmeye yakınken sesler duymaya başlamıştım. Aracımı hemen park ettim. Gençlik Caddesi’ne indiğimde Genelkurmay tarafından tanklar geliyordu. Tandoğan tarafından gelen yüz kişiye yakın bir topluluk da tanklara öfke kusuyordu. Kalabalığın içine ben de girdim ve dağınık tepkiler veren kalabalık içinde bir slogan başlattım: “Asker kışlaya! Asker kışlaya!” herkes slogan atarken nizami bir duruş da almaya başlamıştı. Tanklar üzerimize doğru geliyordu. Dağınık görüntüdeki halk artık bir ortak duruş da sergiliyordu. Taşlar fırlatılıyordu tanklara. Ben saf tutanlar arasında ikinci sıradaydım. Birisi küçük üçü büyük dört tank vardı cadde üzerinde, ardarda.

Tankların üzerimizden geçmesine belki bir metre kalmıştı. Halkın arasından ”Çiğneyecek şerefsizler”, “Kimsiniz lan siz!”, “Bizim tankımız lan o!” diyenler, tankların üstüne tırmananlar, namlusuna asılanlar… Bir arbededir yürüyordu. İşte tam bu mesafedeyken durdu tank. Bunun üzerine sloganlar yükselmeye başladı: “Ya Allah, Bismillah, Allahüekber!”

Bu sırada arkamıza doğru baktım ki belediyenin taşıdığı bin kişiye yakın değerlendirdiğim bir grup otobüslerden inmiş geliyordu. Tanklar o kalabalığı görünce tereddütlü gelişlerinden de vaz geçmiş olmalıydı. Bu sırada alana gelmiş olan polisler duruma müdahale etti. Tankları kenara çektirdi. Ve içindeki askerleri çıkartmaya çalıştı. Askerlere saldırılmaması için uğraşsa da emniyet güçleri, askerler halkın öfkesinden nasibini alıyordu.

TARANIYORDUK!

Tankların üzerine çıkan halkın fotoğraflarını çekmeye başlamış, çevremdekilerle beraber tank durdurduk diye tebrikleşmenin keyfini çıkarıyorduk ki bu rehavetten bizi polisler çıkardı. Anons ediyorlardı: “Herkes Genelkurmay’a gitsin. Orada desteğe ihtiyaç var.” Belki de zırhlı araçlardan çıkacak olan askerlerin güvenliğini sağlamak amacıyla halkı uzaklaştırmak istiyorlardı.

Bu çağrıya, halkı o yöne sevk etmeye çalışarak destek vermeye çalıştım. Kalabalık, Gençlik Caddesi üzerinden akmaya başlamıştı Genelkurmay’a doğru. Cadde boyu gördüğümüz, tankların gelirken üzerinden geçtiği araçların ezilmiş görüntüleri, ürperticiydi. Bir aracın sahibi, kendisi içinde iken aracını tankın altına aldığını, canını zor kurtardığını söyleyip küfürler, beddualar ediyordu. Onların fotoğraf ve videolarını çekmeye çalıştım. Olabildiği kadar kayıt almalıyım, diye düşünüyordum. Polisler cadde üzerinde aralıklı şekilde duruyordu. Tam Polis Akademisi önündeki alana gelmek üzereydik ki Polis Akademisinin arkasında bulunan askeri birlikten içinde bulunduğum kalabalığın üzerine ateş açıldı.

Taranıyorduk. Koşuşturanlar, kendini yere atanlar arasında, kendime, en yakın güvenli bir yer aradım. En yakın çareyi 10 metre kadar ilerimde duran ezik araçlardan birisinin arkasına geçip onu siper edinmek olarak gördüm. Ona doğru koşarken belki iki metre gerimde birisinin “Allah“ diye haykırışını duydum, geriye doğru baktığımda üstü gömlekli, altı eşofman tarzı pijamalı, terliğiyle gelmiş orta yaşın az üstünde bir vatandaşın yere düştüğünü gördüm. Ezik aracın arkasına sipere yattığımda dikkatlice baktım, bacağından vurulmuştu.

SABAHA DEVLET VARSA…

Araç arkasına siper alan, yanımdaki kişi “Ne b.k yemeye geldiniz kardeşim! Gebereceksiniz burda!” diye azarlar gibi konuşunca dikkat ettim ki çelik yelekli, silahını ateşlemeye hazırlamış bir polisti yanımdaki. “Memlekete sahip çıkmaya geldik” dedim. “Kardeşim, silahın mı var, ne yapacaksın?” diye sesini daha bir yükselterek bağırıyordu polis memuru.  “Kan dökmeye geldik demedim, memlekete sahip çıkmaya geldik dedim” diye karşılık verdim. O sırada tepemizden geçen jetlerin ses duvarını aşması bomba etkisi yapıyor, helikopterin Genelkurmay’a açtığı ateş görülebiliyordu. Az ara verilen askerin silah atışı yeniden başlamış alanı ateş altında tutuyordu. Silah sesleri kesilince Polis Memuru bana dönüp “Aferin, sen polisi de dinleme!” diye çıkıştı. “Kardeşim, dedim, şu anda ne polis var, ne asker. Hepimiz eşitiz. Sabaha devleti kurtarırsak ancak o zaman sen polissin ben vatandaş!” deyince ilk kez bana dönerek konuştu: “Sağlam kafan var ha!! İstersen o kafayı kurtar. Dön buradan artık. Şunlara da söyle, geri çekilsinler!”

“Şunlara da söyle” dediği, o halk kalabalığıydı. Ateş açılınca sokak aralarına kaçıyor, açılan ateş kesilince yola çıkıp askerlere “Kimin askerisiniz siiiz!”, “Teslim oluuun!” diye bağırıyorlardı. Bir an, normalde korkmamız gerekirken o ortamda hiçbir korku hissetmediğimi, insanların da bir oyundaymış gibi mermilerle alay edercesine davrandığını fark ettim. Tuhaf bir durumdu.

KIZILAY’A GİDİYORUZ!

Atış kesilmişti. Kalabalığa doğru yöneldim. “Geri çekilin” demekle gitmezlerdi, yön vermek gerekliydi kitleye. “Kızılay’a gidiyoruz, haydi Kızılay’a…” diye bağırmaya başladım. Ara sokaklar doğrudan Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’na akıyordu zaten. Bir grupla birlikte istikamet alınca insanlar da akmaya başladı. Kızılay’a doğru halkla birlikte yürüyüşe geçtik.

Bu esnada Genelkurmay civarında olan arkadaşım Mehmet’le grup üzerinden yazıştım.  “Polis akademisinin oradan gelemiyoruz. Durum nedir, nasıl gelebiliriz Genelkurmay’a?” diye. Mehmet “Biz de o taraftan gelmişti. Burası çok kötü. Bir ağaca çıktık. Skorsky tarıyor buraları, gelemezsiniz” diyordu mesajında.

Saat sabah 04.30 olmuştu. Bu arada evden de arandığımı fark ettim. Evle konuştum ve gelinen noktada artık sokak kontrolünün darbecilerden çıktığını da değerlendirerek dönmeye karar verdim. Anıttepe’ye geçtim, aracımı aldım ve eve döndüm.

Sabah saat 05.15 olmuştu. Bundan sonraki gelişmeleri evden izledim.

BASTIRILACAK!

Darbenin bastırılacağı benim açımdan sabah saat 7.00 sularında Genelkurmay Başkanı kurtarılınca kesinleşmişti.

Bürokrasideki dostumsa, saat 03.00 sularında attığı mesajda “Yarın öğleye kalmaz devlet geri alınır deniyor” diye düşüncesini yazıyordu.

Ertesi günden itibaren demokrasi nöbetlerine ailem ve arkadaşlarımla beraber destek vermeye devam ettim.

Son güne kadar da devam…

SELAM OLSUN

Ertesi gün herkes gibi yaşanan ihanetin boyutunu ben de daha iyi anladım. Bu, yeryüzü tarihinde görülmedik boyutta, amacı iç savaş çıkartmak olan bir ihanet saldırısıydı. Evet, FETÖ tarafından yapılacak bir darbe girişimi ihtimal dahilinde görülen bir saldırıydı. Fakat böylesine, lanetli bir güruhun üniformayı maske yapıp kadim ve mübarek Türk devletine tecavüze yeltenirken bir de kendi silahıyla halka ateş açması, Gazi Meclis’i, Cumhurbaşkanlığı’nı defalarca bombalaması, Cumhurbaşkanı’nı Marmaris’te öldürmek istemesi hayal bile edilemeyecek, cinnetlik hallerdi. Dışarıdan güdümlü mütecavizler kahpe emelleri için kendi silahlarımızla kutlu vatanımıza kastetmişlerdi. Bu uşak ruhlu insanlar, Türk Devlet Başkanına, Başbakanına saldırmış, Genel Kurmay Başkanını rehin almışlardı.

Uğradığı ihanet büyüdükçe milletin kahramanlığı da o ölçüde büyümüştü. Tüm dünyanın gözünü kamaştıran bir millet destanı yazıldı. Yeryüzünde tüm mazlumlar Türkler için yine duaya durdu. Yeni bir Çanakkale, yeniden bir milli mücadele oldu yaşananlar. Ertuğrullar, Fatihler, Seyit Onbaşılar, Ulubatlılar, Nene Hatunlar bir daha doğdu.

Ey Milletim, mensubun olmakla gurur duyuyorum. Allah seni korusun! Sevgisiyle sarsın ve yaşatsın. Bu hain maşaları güden fitneci ve sömürgeci katillerin elinden Dünya senin elinle kurtulsun. Adalet ve hürriyet senin elinle yayılsın.

15 Temmuz’un her kahramanına, Sayın Cumhurbaşkanından sade vatandaşa kadar dava ve cephe arkadaşı olduğumuz herkese en derin saygılar, en kalbi selam olsun…

Yaşasın bağımsız, onurlu, özgürlükler diyarı büyük ve lider ülke Türkiye…

ROMANLARDA TEHCİRİN YOLCULUĞU

  • 1.3Bin Görüntülenme Sayısı

Cumhuriyetçiler ve Demokratlar

  • 1.1Bin Görüntülenme Sayısı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hakkımda
Hakkımda
Merhaba. Bu sayfalarda birlikte olmaktan son derece mutluyum. Hoş geldiniz. Hayat yolundayız. Her birimiz ayrı bir mecradan, farklı bir maceradan geliyoruz...

Site Toplam Ziyaretçi: 1183025

Son Yüklenenler

Paylaşımlarımdan Haberdar Olmak İster misiniz?