Sanki Bahar Hüzündedir
Arılar ve sinekler…
Onların beni tefekküre salan ibretlik hikayesini daralan gönlüme aktardı bir dostum: Bir şişenin içine koymuşlar arıları ve sinekleri. Şişenin tabanı ışığa bakıyor, ağzı karanlığa. Sineklerin hepsi ağzına doğru gitmiş şişenin ve karanlığa karışıp kaybolmuş. Arıların ise hepsi birden, ışığa doğru, şişenin tabanında çabalayıp durmuşlar. Bir teki bile dönüp bakmamış karanlık tarafa. Halbuki ucunda sıyırmak var. Hepsi bir ışık uğruna ölmüş.
Bu deney hep böyle sonuç verirmiş. Sinekler için karanlığın bir önemi yok, yeter ki konacak, otlanacak pis-temiz bir şey bulsunlar. Arılar öyle değil; bir pislik içinde bırakın, ölürler; illâ ki çiçek olacak, mutlaka temiz olacak! Sinekleri sıkıştırın, kaçarlar. Arılar, öleceklerini bilirler, ama yine de iğnelerini batırırlar. Rezil rüsva yaşamaktansa onurlarıyla ölmeyi tercih ederler. Zira utanılacak, kaçılacak değil, şerefli bir iş yapmaktalar. Ya sineklerin her yere yumurta bırakıp, her tarafta üremelerine mukabil arıların sadece kovanlarında üremelerini, yuva bilincini nasıl anlarsınız?
İşte hayat ve insanlar da böyle. Arı gibi güçlükler ve engellemeler arasında çalışanlar, üretenler, ışığa yekinenler bir yanda, sinek gibi kaypak ve kaçak, her pisliğe bulanıp karanlığa sığınanlar, etrafımızda vızıldayıp kirli ayaklarıyla üzerimize konmaya, pisliklerini bulaştırmaya çalışanlar diğer yanda. Dönüp aynaya, sormalı herkes: Sen sinek misin, arı mı?
Ne önemi var?
Bu dünya, uğrunda fedakarlığa değecek önemde görülmeyebilir. “İster sinek ol, isterse arı. Yeter ki işini bil!” denilebilir. Peki, ya ötesi? Orda ne olacak? Nerde mi?!
Hani, iki embriyo bir anne karnında konuşuyorlarmış. Birisi “Ne güzel bir dünyamız var, demiş, her şeyimiz mükemmel hazırlanmış.” Diğeri “Evet, demiş, şu içinde yüzdüğümüz su, şu etrafımızı kuşatan korunaklı yapı ne muhteşem! Bunları bize sağlayan annemize teşekkür borçluyuz, doğumdan sonra onunla olacağız. Şimdi uslu olalım, onu üzmemeye çalışalım.”Öteki, “Ne annesi?”, diye itiraz etmiş, “anne, senin uydurduğun, inanmak için ihtiyaç duyduğun bir hayal. Tek yaşam burası. Buradan gidince, sonrası yokluk!” “Ne diyorsun?”, demiş birincisi tekrar; “Bütün bunların tesadüf olduğuna nasıl inanabilirsin? Üstelik şu kordonla bütün nimetleri bize karşılıksız aktarırken!” Öteki, “Bunların hepsi doğanın eseri!” diye cevap verip, devam etmiş: “Hani, görebiliyor musun anneni? Çünkü yok! Şu karanlıktan öte gittin mi, doğumdan sonra hayat yok! Sanki kordonun ucunu sen gördün mü? Hayır! Görmüyorsun, çünkü yok! Sen bugüne bak! Hayatın tadını çıkart! Gel, eğlenelim, boşveeer!” Bir türlü anlaşamamışlar. Gel zaman git zaman bir sarsıntı, bir rahatsızlık sık sık yoklar olmuş ikisini de. Karanlık bir yola doğru çekildiklerini fark etmişler. Doğum vakti gelmiştir artık. Yapacak bir şey yoktur. Çaresizdirler. Önce birincisi kaymış aşağılara, kaybolup gitmiş. Geride kalan arkasından hüzünle mırıldanmış:
“Artık demir almak vakti gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan
….
Gidenlerin her biri memnun ki yerinden,
Pek çok seneler geçti dönen yok seferinden!”
Ve kendisi de o yolculuğa hazırlanmaya başlamış. Fakat aklında hep önden giden arkadaşının bıraktığı kuşku varmış:“Doğumdan sonra hayat var mı acaba?!”
Bu dünyanın gelişmiş, akıllı embriyoları, yani bizler; o karanlığa, toprak altına bırakılmadan önce düşünmeliyiz: Bu dünyada sinek miyiz, arı mı? Çünkü diğer tarafta arı tabiatlılar için hayat var, sinek tabiatlılar içinse felaket.
Fakat insanlar hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor. İnsanlar doğumlarını hiç hatırlamadan yaşıyor. Onun için tozlu eşiklerinden dünyamızın mutluluk adımları girmiyor. Onun içindir hüzün şarkılarına kendimizi salışımız.
Sanki bahar hüzündedir.
Sanki beklenen muştu pencereme konacak bir yusufçuk yüzündedir.
Gözlerim, öte alemlerden dünyaya açılan pencerelerim. Bakarken gözlerimin içinden dünyaya sarkıp, düşe yazarım çoğu zaman. Kör kuyuya düşüşü gibi Yusuf’un, dünya kuyusunda kalırım diye korkarım. Ayaklarımdan tutan çoğu zaman yufka yanıdır yüreğimin. Yaralarımdır.
İşte hayatın kayyaları, kardeş kuyuları, dünyanın oyunları önünde naçar ellerimden bîzârım. Nâdân değilim ama şâdân olamam diye korkuyorum. Ürperiyorum. Sineklerin arasında arı tabiatlı kalamayacağım diye ürperiyorum. Alçalacağım diye kınanan mertebelere, endişe ediyorum. Bir imdat eline bakınıp duruyorum…
Bakıyorum, saat 09.15…O’nun saati. Gelir mi dersin? Derken… Evet, o! Kırçıl Dedem!
“ Evladım, korkusu güzel oğlum!
Bilmeden içinde yürüdüğün kervan haramilerin olsa, senin Yûsuf olmana mânî mi olur?
Ya, Yûsuf’u kuyudan aldı diye haramilere pâye mi verilir? Sen Yûsuf olmana bak, kervan sahibinindir!
Her yanını kuşatan dünya ateşi olsa sen İbrahim’in yanmayan ahvâline bürün. Belki İbrahim ateşten daha sıcaktı. Öyle yakmalı inancın ateşi insanı.
Dünyanın yalandan yılanları, Firavun’unki gibi milyonlarla çoğalıp deniz gibi kuşatsa her bir yanını, sen Mûsâ’nın hakîkî îmânının, hepsini yeyip yutan ejderhaya çevirdiği âsâsı gibi; tuttuğunu Yaratıcıya tam inançla tut. Göreceksin ki, er veya geç, yalandan bastona yaslananlar yüz üstü kapaklanacaklar. Meydanda sadece hakikat kalacak.
Sinek misali olmaktan korkuyorsun. Arı da bir sinek değil mi?
Kan emici değil, pislik arayan, mikrop dağıtan değil, bal yapan bir sinek. Yararlı, yapıcı, vefalı…
İşte insanı alçaltan da yücelten de ‘niteliği’. Niceliği de değil. Arılardan çoktur, hem de pek çoktur sinekler. Yeter ki doğruyu bulan, inanan ve yaşayan ol…”
Sevgili Dedeciğim, teşekkür ederim.
Yine bir azap seansıma yetiştin. Böyle bir yüreğimin kırılma vakti telef olacağım, bir defasında da yetişemesen!
Yine, tam vaktinde çaldın gönül kapımı. Hoş geldin, sefa geldin.
Bir cevap yazın