SEYAHAT NOTLARI I./DEDEAĞAÇ VE GÜMÜLCİNE
“BURADA SADECE MÜSLÜMANLAR VAR, NİYE GELSİNLER Kİ?”
Coğrafi adıyla Balkanlar, siyasetimizin ‘Trakya’sı, edebiyatımızda ‘Urumeli’… İsim koymaya doyamadığımızdan belli, ne kadar sevmişiz buraları. Şu güzelim coğrafyayı neden hüzünle andığımızı, firakından elem duyulacak kadar cennetin izdüşümü, tabiat güzeli topraklarını görünce daha iyi anlıyorsunuz. Bu millet bu topraklarla nasıl bir aşk yaşamış ki hatıraların izlerine yaklaştıkça, biz evlatlarının yürekleri burkularak büyüyen bir tatlı özlem, burun direklerimizi hâlâ böyle keskin sızlatıyor! Başınızı taşlarına yaslayıp boynu bükük mirasımızla dertleşmek geliyor içinizden; kâh hıçkırarak, kâh gülerek…
Her bir taşında o destansı kutlu sevdaların nabzı duyuluyor. ‘Sahibini arayan madalya’ gibi boynuna gerdan olacağı Yıldırm Han, Sultan Murat Milletini, ‘Sahibini arayan mektuplar’ gibi şiirlerini yazan, romanlarını, öykülerini bitiremeyen âşıklarını bekliyor; umutla, sebatla, bıkmadan, usanmadan bekliyor. ‘Sahibine adanmış ruhlar’ın gelmesini, doğudan yürüyüp tozunu kaldırarak, Anadolu’yu dağ dağ terkisinde sürüp getirecek şanlı akıncılarını gözlüyor. Nasıl da mahzun bir eda var bugünü gören her yapıda. Nasıl da mabetlerinde kardeşlerini çağıran ruhlar dolaşıyor yalnızlıklar içinde. Osmanlı vatanında, kan dolaşımı yaparcasına Balkanların damarlarını beşyüz sene besleyip sonra kalbine geri dönen muhacirlerin renkli gözlerinde parlayan neymiş anladım bu topraklarda. Aşk imiş o. İlahi aşk, vatan aşkı, millet aşkı. Diyorlar ki son on yıldır binalar yenilenmiş, canlanmış, güzelleşmiş. Demek ki haber aldı hasretliğinden diyorum; vuslata hazırlanıyor olmalı. Öyle ya, bu kavuşma elbet bir gün olacak. Yahya Kemal buradayken Üsküp daha ne kadar orada, uzakta kalabilecek? Hiç “Taaşşuk-u Talat ve Fıtnat” bizde olur da, Safahat’ı biz okuruz da Arnavutluk orada yaban kalabilir mi? Sabahattin Ali okunur da Kırcaali gönlümüzden kopabilir mi? Mustafa Kemal’le anılıyorken bu memleket ve Nazım’ı bu ülkede yaşayanlar yaşatıyorken Selanik bizden başka kimi sayıklayacak? Köy enstitüleri bize Silistre’den armağanken biz nasıl unutabiliriz buraları? Aliya konuşunca biz ağlıyorsak, Aliya bizim de ‘Bilge Kral’ımızken, Bosna bizsiz biz Bosna’sız daha ne kadar dayanabileceğiz? “Ölenler en sonu kurtuldular bu dağdağadan,/ Ve göz kapaklarının ardında eski Vatan,/ Bizim diyâr olarak kaldı tâ kıyâmete dek.” ‘Eski Vatan’ Balkanlar içimize doğru göçerken, sanki edebiyatı, sanatı kültürü de yıkmış Anadolu’ya. Biz Balkanlarda medeniyet doğurmuşuz, Balkanlar bizde kültür olmuş… Buralardan gelen İsen, “Türk edebiyatının üçte biri Balkan edebiyatı” der. Sanki edebiyat, içimize akan bir Balkan pınarı. Pınar mı, nehir mi, çağlayan mı? Batı Trakya’ya geçince yol kenarlarında dizili küçük yapılar halindeki Kilise figürleri dışında Türkiye devam ediyor sanırsınız. Bu kilisecikleri, ilkin bir dindarlık gösterisi olarak algılamıştık. Oysa, sonradan yolda kaza sonucu ölüm olmuşsa, oraya bir kilise figürü dikilmesi, ölen kişinin anısını yaşatmak ve yolculardan dua istemek amacı taşıyormuş.
Yunanistan bize benziyor; bir farkla ki en az 20 yıl gerideler. Bize hep sıcak kanlı Yunanlılar mı isabet etti? Bizim gibi cana yakın bir halk gördük. En büyük mutluluğumuz Türkçe bilenlere denk gelmemizdi hep. Dedeağaç’ta sahilde kahve içerken boğazınızda Dedeağaç muhacir ve şehitlerini düşünürken ve bir Pontus anıtı şeklinde horon tepen Karadenizli savaşçı heykeli parkın içindeyken; ecdadınıza, müslümanlara uygulanan göç ve zulümlerin düğüm düğüm dizilmemesi mümkün değil. Şimdi oraya Alexiandropoli diyorlar! Gümilcine’de ezan sesleri, ülkemdekilerden çok daha güzel geliyordu bana. Akşam sokaklarında davul zurna düğünü yapan Türklerin çalgısına işiten Yunanlılar da sokaklarda oynuyor. Akşam yemeğini lokantasında yediğimiz Faize Hanım, “Şaşırdım. Buraya gelmez ki pek Türkler. Çünkü turistik yer değil burası. Sadece burada kalmış Müslümanlar var. Niye gelsinler?” Güleryüzüyle sanki, eve hep geç gelen eşine sitem ediyor gibiydi, dertlenirken. Hava karardı. Artık Makedonya yolundayız. Batı Trakya’nın kalanı dönüşte inşallah.
SEYAHAT NOTLARI II./KOSOVA
“SEN MİSİN YOKSA HAYALİN Mİ VEFASIZ KOSOVA?”
Prizrenli Sûzi Çelebi Gazavatname’sinde der ki: “…Bir Türk azdur deyü etme bahâne/Odun bir şu’lesi besdür cihâne…” Selanikli olan Mustafa Kemal, kendisinden beş asır önce kendi kültür toprağında söylenmiş bu dizelerde, ünlü sözü için esin bulmuş olabilir mi? Prizren, Taşköprüsü, çarşısı, otantik evleri, kavehaneleri, şadırvanı, meydanıyla asırlar önce buz devrine girmiş ve dondurulduğu soğukta bozulmadan tutulan bir Osmanlı şehri olarak kalmış. Kendinizi dört asır geriye sarılmış hissediyorsunuz. O kadar sıcak ki “Sen misin, yoksa hayalin mi, vefasız Kosova?”sitemleşmemiz yersiz değil. Nasıl sevgili bir ülke bu? Nasıl Anadolu’ya cilvelenen kentler? 1998-99 ne belalı yıllardı! İçeride 28 Şubat bizi tutsun, dışarıda Sırplar kardeşlerimizi kesmiş, haklarını yiyedursun! Ne lânetli bir tezgahın içinden geçmişiz. Hiç unutmuyorum. Çıkardığımız dergide yazım: “Bugün Kosova Çanakkale’dir! Kosova düşerse Türkiye düşer!”şeklindeydi. O vakit görmemiştim buraları. Şimdi Kosova’dan yazıyorum: Evet, burası Türkiye! Prizren’e Şar dağlarını aşarak varıyoruz. Şar dağları, Üsküp’ten Kosova’ya kadar uzanan zirveleri 2 bin m.yi yoklayan ihtişamlı sıradağlar. İçinde, balta girmemiş ormanlarda gider gibi ilerliyoruz. Kıvrım kıvrım yollar, yollara sarkacak kadar gür ormanlar, yağmur, sis ve tepelere serpilmiş köylerle tam bir Karadeniz. Şar dağları boyunca uzanan köyler Arnavut ve Türk köyleri. Hemen hepsi müslüman. Gostivar’dan 90 km yi 3 saatte alabildiğimizi söylesem nasıl netameli yollardı, anlaşılır sanırım. Yolda, Sırplarla çatışmanın olduğu yerlerde yer yer şehitlikler görüyor, buralarda durarak ilerliyoruz. Doğa harikası bir yerdeyiz. Doğa Tırizmi Şar dağlarının Prizren’e bakan yüzünde canlanmaya başlamış. İhtişamlı manzaralara bakan dağ otelleri yapılmış. Bu serinlikte, sislere sarılıp çay yudumlamak başka güzel. Buralarda çay pek yok. Kahve ve özellikle mochiata yaygın. Prizreni saatlerce yaşamaya dolamıyorsunuz. Safranbolu veya Beypazarı’nda hissedebilirsiniz kendinizi. Bir farkla ki Kiliseler tepede Camilerin yanındalar. Prizrende bir Hacıbektaş tekkesine uğradık. Dergah, ziyaretçi akınında, lakin post boş duruyor. TİKA buralarda etkin rol oynamış. Eski camiler Osmanlı’yı bütün şade, samimi ve mütevazı dindarlığı ile yaşatıyor. Kosova tanıyanı az ılan bir devlet. Alman askerlerinin gezmesi belli noktalarda beklemesi insanı huzursuz ediyor. Priştne başkent olmakla değer kazanan bir il. Prekaz’da Sırp kasaplarına karşı kahramanlığı ile nam bırakan Adem Yesari’nin 60 kişilik aile halkıyla 3 gün Sırp ordusuna direnen kahramanlık anısını yaşatan müzede, bağımsızlığın filizlendiği yerde, çağdaş Sultan Murat gibi bir Kosova(Kösova) fatihi yaşıyor. Murat Hüdavendigar ki, Sırp Obiliç’in kahpe hançeriyle bu topraklarda şehit verdiğimiz evliya Sultanımızdır… Bizde Hakan, bayrak’ın insan halidir. Bayrak yoksa İstiklal Marşında (törende) Hakan’a (Cumhurbaşkanı’na) dönülür, hazrolda. Bayrak gibi Hakan da asla düşmez. Eğer düşmüşse Hakan, orası artık vatandır. Bunu hiçbir şey değiştiremez. Kosova bize vatandır. Oraya Hüdavendigar’ımızı diktik biz. 8 Ağustos 1389… Böyle bir sıcak Ağustos günüydü. I. Kosova Meydan Muharebesi öncesi duaya durmuştu Hüdavendigâr. Bir fırtına başlamıştı. Göz gözü görmüyordu. Osmanlı geldiği seferde tuzağa düşmek üzereydi. Askerin telef olması endişesi doruktaydı. Kosova tozdan seçilmiyordu. Hüda’sına elini açtı Sultan bu esnada: “Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları sebebiyle çıktıysa, onun yüzünden mâsum askerlerimi cezâlandırma!.. Allâh’ım! Onlar ki buraya kadar sâdece Sen’in adını yüceltmek ve İslâm’ı teblîğ etmek için geldiler!… İslâm askerleri için rûhumu teslîme râzıyım… Beni gâzî kıldın. Sonunda lutfen ve keremen şehîdlik de nasîb eyle!.. Âmîn!” ve Kur’an tilavetine başladı. Zaten Bursa bilirdi onu; geri çevrilmiş duası yoktu. Rabbine “İslam’ı kurtar, askerleri bağışla, karşılığında beni al” demişti. Bir yağmur geldi, fırtına da, toz da ortadan kalktı. Billur gibi açılan havada, kös sesleri ile inleyen ovada Allah Allah seslerini yükselten kılıçlarla Haçlılar hezimete uğradı. Ve Hüdâ’sı, yanına aldı Hudavendigar’ı. Hudavendigar, yani ‘merhametli hükümdar’ unvanını son nefesiyle de hak ettiğini gösterdi. Yeşillikler arasında, duygu yüklü, tarih dokulu, acılarla burkulmuş dili bzden, dini bizden; öz vatanımız Kosova. Mehmet Akif’in baba şehri Kosova’nın İpek şehri. ‘Öz’ işte, Mehmet Âkif: “Nerede olsam karşıma çıkıyor bir kanlı ova/ Sen misin yoksa hayalin mi vefasız Kosova/Hani binlerce mefahirdi senin her adımın/ Hani sinende yarıp geçtiği yol Yıldırım’ın/Hani asker, hani kalbinde yatan şah-ı şehid/ Söyle Meşhed öpeyim secde edip toprağını/ Yok mudur Murad’ın sende iki üç damla kanı” Ben bitiremem. Bahtiyar Vahapzade bitirsin. “Yavuz Bülent’in “Üsküp’ten Kosova’ya kitabını her Türk okumalıdır. Amma okuyup da ağlamayana da men Türk demem” Yavuz Bülent’i çok Zaman’da durdu diye gönlümüzden sildik. Lakin Yazarlar Birliği konferanslar verdiriyor halen. Sene-i devriyesi geçmiş Temmuz’un, serbest. Öyleyse? Kosova ve Arnavutluk’ta FETÖ yapılanması çok güçlü imiş. Ama halk 15 Temmuz’da darbe girişimine karşı Türkiye için toplanıp dua etmiş. “Müslümanın ferasetinden korkun” ne kadar doğru bir söz. Allah’ım sen Kosova’ları koru! Kosova’dan Karadağ’a yöneliyoruz.
Bir yanıt yazın