Seyahat Notları III-IV-V / AH EY BOSNA!

SEYAHAT NOTLARI III

BUDVA MERSİN, DUBROVNİK ANTALYA VE FLORANSA GİBİ

Bugün Adriyatik Denizi sahil kentlerindeydik. Karadağ’ın Ulçin, Budva illerini ve Hırvatistan’ın Dubrovnik ilini gezdik.       Arnavutluk üzerinden geçtiğimiz Karadağ’da geri kalmış bir ekonomi, gayrı nizami bir hayat ve kaba bir halk ile karşılaştık. Adriyarik sahilleri Karadağ ve Hırvatistan’a verilmişken toplam genişliği 10 km olan bir sahil bandı, “Alın, sizin de belki canınız deniz çeker” diye Bosna Hersek’e adeta atılmış. Harita, utanç verici.           Üçyüz kilometre deniz sınırı olan Karadağ, Balkanlar’ın Mersin’i, Antalya’sı. Enfes koylar ve sahiller cümbüş yeri gibi. Tüm koyları insan kaynıyor. Sveti Stefan adlı dini lider milli kahramanları da olmuş. Doğduğu ada-kasaba sembole dönüşmüş. İlginç olanı, son haritanın çizilmesine yol açan Sırp saldırılarında Karadağ hiç savaşmadan ayrı bir devlet sahibi olabilmiş! “Neden?” sorusuna bir Hırvat Müslümanı dostum “Çünkü buralarda katledilecek Müslüman yoktu” diye cevap veriyor.  Karadağ, denize paralel uzanan dağları ile Akdeniz bölgesi kokusunu veren bir bölge. Turizm için gelenler Avrupa’nın orta ve alt sınıfı. Bakımsız, karmaşık ve çarpık bir ülke. Budva özenilmiş haliyle biraz fark atıyor.      Karadağ’da konaklama veya yemek yeme amacıyla konuştuğumuz insanlar; Arnavut Ramazan ve Prizrenli Ergin rahat bir Türkçe konuşuyorlar. Ergin, plakada 16 yazdığı için özel ilgi gösterdi: “Ailemin hepsi Bursa’da be abi!” diyerek. Kendileri gibi, Karadağ’a sezonluk turizm sektöründe çalışmak için gelen çok nüfus bulunuyor. Diğer Balkan ülkeleri gibi Karadağ’da da yerel Balkan dillerini hemen herkes biliyor. Fakat Karadağ’da İngilizce konuşabilen birine ancak Budva’da lüks bir tesiste rastlayabildik.  Ekmek kaygısı ile gurbette çalışan Müslümanlar, belli ki Makedon, Sırp ve Karadağ hükümetlerinin ortak planı. Zira göç, asimile, aile parçalama ve dejenerasyon için yoksulluğun ve cahilliğin halklara kader yapılması, bilindik emperyalist tezgah. Burada mükemmel işliyor.             Hırvatistan’a geçtiğimiz andan itibaren büyülü bir atmosfere de geçiyoruz. Her karesi özel peyzaj ve tasarım dokunuşu almış gibi duran bir ülke. Tertemiz, bakımlı, enerjisi yüksek, huzurlu ve gösterişli… Taş binaların verdiği otantiklik, doğanın güzelliği ile eğitimli insanlar buluşunca başka bir ihtişam doğuyor. Bütün Balkanlar içinde Hırvatistan yıldız gibi parlıyor.

Dubrovnik ve Split iki benzer şehri. Dubrovnik’te Floransa ve İsviçre’yi bir arada yaşıyorsunuz. Dünya harikası bir kent, gözünüzü kamaştırıyor. Deniz ve şehrin sarmaş dolaş olduğu ve bu kadar estetik bir görünüm kazandığı sanırım ancak iki kent daha sayılabilir. Turistlerin elit olduğunu gözlemliyorsunuz. Avrupa’nın zenginleri buraya geliyor. Bir akşam yemeğine oturunca 100 Euro bırakıyorsunuz.

Budva civarından feribotla Hersek Nova’ya geçip Dubrovnik’e gitmek pratik oluyor. Dubrovnik ve Split’i gece görmenizi özellikle öneririm. Rüya gibi şehirler.

Gelir düzeyi o kadar yüksek ki Boşnak, Arnavut, Makedon, Sırp buraya nasıl gelsin!… Yollar, düzen ve sistemli işleyiş insana Avrupa Birliği standartlarının yaşam kalitesine katkısını da gösteriyor. Bu bakımdan ülkemizin Başka Balkan ülkelerinden 20 yıl ileride olduğunu söylerken, Hırvatistan’ın bizimle rahatlıkla boy ölçüşebileceğini düşünüyorum.

Yeşil pasaport taşıdığımız halde diğer ülkeler nazaran sorgu sual ve kuyruk burada fazla. Bu Hırvatistan, gücü sayesinde olmalı ki Bosna’ya Adriyatik şehrinde bir Neum Kentini bırakmış. Biz de buna tavır aldık: Gidip Neum’da, Bosna sınırlarında, o lütfettikleri yerde konaklayacağız!           Ecdâd, Adriyatik sularını, buraları alıp göreli 622 yıl olmuş. Edirne’den çıkıp Trakya, Makedonya, Arnavutluk, Karadağ, Bosna Hersek topraklarını adalet ve hürriyetle sulayarak çeyrek asırda gölgesine almış. Buraları gezerken yapılan işin büyüklüğünü anlıyorsunuz.

Görmek başka bir şey. Bir okur olarak, “çok okuyan mı bilir çok gezen mi?” Sorusuna artık “Çok okuyan bilir, çok gezen anlar” diye cevap veriyorum.

Balkan dağ demek. Gerçekten, yeryüzü tam dalgalanmışken donmuş gibi burada; dağlardan dağlara uzanıyor coğrafya. Makedonya’nın Büyük Karab Dağı, Manastır’ı sırtında taşıyan Pelister Dağı, Üsküp’ü Kosova’ya uzatan Şar Dağları, Kartalı bayrak yapan dağlar ülkesi Arnavutluk ve Karadağ… silsile halinde uzanıyor. Makedonya ile Arnavutluk’u ayıran Ohri Gölü derin ve dingin bir geniş alan veriyor.

Karadağ adını ülkeye Türkler vermiş. Türkçe’de coğrafya ile birlikte renkler geçerse bir yön bildirir. Kara, kuzeyi gösterir. Karadeniz gibi, Karadağ gibi. Ak, Batıdır; Akhisar, Akşehir, Akyaka… gibi. Yeşil Doğuyu işaret eder Yeşilpınar, Yeşilhisar… gibi. Sarı, güneydir, Sarıova, sarıca gibi. Trakya’da tutunan Türk akıncılarının Kara(kuzey) dağı topraklarında şimdi Müslüman oranı yüzde 15’lerde…

Karadağ’ın hangi millet olduğunu da burada netleştirdim kafamda: Sırp bunlar. Yoksa her şeye bu kadar kolay kavuşamazlardı.

Buralarda seyahat edeceklere önerim booking üzerinden rezervasyon yaptırarak ilerlemeleri. Hem ucuz hem de en iyi yerleri bulabiliyorsunuz. Öte yandan buralarda sabah 9’da oteli boşaltmanızı istiyorlar, planı ona göre yapmak gerekiyor.

Burada aynı karma halkı gördüğümüz ayrı coğrafyaların Yugoslavya sonrasında yapay ve küçültülmüş sınırları bana hiç de kalıcı olacak izlenimi vermedi. Başta Arnavutların haklı bir huzursuzluğu var. 12 milyonu bulan halkı 4 devlete bölüştürmüş Arnavutluk’u daraltmışlar.

Makedonya, Kosova ve Bosna sınırları aynı şekilde. Yani Müslümanların arasına ihtilaf ve savaş tohumları daha kurgulanırken ekilmiş. Arnavutların her fırsatta bayraklarını bir kimlik göstergesi gibi ortaya çıkarmaları gizli bir kötü kadere isyan gibi dikkat çekiyor. Belli ki derinde bir başkaldırı var.

Buralara, bir vahim tarih dilimi daha gelecek gibi. Bir tarihten sonra Suriye’de olduğu gibi Türkiye burada da barış ve daha az kan için etkin rol oynayabilecek mi?

Bizsiz burada Müslümanlara huzur vermezler.

SEYAHAT NOTLARI IV.

BETON PAPATYALAR ÜLKESİNDE YOLCULUK

Bugün bir geriye sararak Arnavutluk’tan bahsetmek istiyorum.

İçerisinde uzun bir seyahat yaptığımız bu kadim ülkenin nüfusunun yüzde 70 kadarı Müslüman. ‘Arnavut kaldırımı’ hem şehirde, hem şiirde hem şarkıda nostaljinin damarını veren bir anlatımdır bizde. ‘Arnavut ciğeri’ satılmayan kentimiz, tatmayan ferdimiz neredeyse yok. Arnavut inadı, hepimizde bir miktar vardır. Arnavut Mehmet Akif’ten daha Türk değiliz hiç birimiz. Arnavut mahallesine yolu düşmüştür her birimizin. Ali Sami Yen kadar kaçımız Türkiye’de nam sahibiyiz? Yen, ünlü kâmûs yazarı Arnavut Sami Fraşeri’nin, nam-ı diğer Şemseddin Sami’nin torunuydu.       “Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum…/ Başka bir şey diyemem… işte perişan yurdum!..” diyor ya Akif.   O iç savaş fitneleri ve komitacı isyanları ile perişan ettikleri toprakları geri toparlamışlar şimdi. Şehirler can ve düzen bulmuş. Ancak yolları kötü.  Kendinizi dünyanın çatısına tırmanıyor gibi hissediyorsunuz. Öyle yüksek bir ülke. Bu cennet parçası zirveler ve göller, akan sularla dolu ülkenin seyrine doyum olmazken bakımsız yollarında seyahat etmek hayli güç.     Arnavut’larda Kafkas halklarında bulduğum bir tabiat fark ettim. Dik ve asil bir duruş var. Sert mizaçları diyaloga geçince çözülüyor. Gelenek ve ailelerine tutkunlar. Parçalanmış bir toplum olmaktan da kaynaklanıyor olabilir. Diğer ülkelerde karna bir toplum yapısı varken burası büyük ölçüde Arnavutlardan oluşuyor.

Geleneklerini önemsemeleri köklü bir tarihe de işaret ediyor. Arnavutlar Roma’nın dağıttığı kadim Avrupa halkı olan İlliryalıların son bakiyesi toplum. Ülkelerine verdikleri isim sert mizaçlarını da anlatıyor: Kartallar ülkesi. Yakın tarihleri acılarla dolu. Milli marşları bu acıların çıkarımı gibi: “Vatan için kendini feda edenler her zaman hatırlanacaktır/Gerçek bir adam korkusuzdur/vatanı için şehit olur…/Tanrı için kendini tanı” 

Arnavutluk’ta önemli bir karekteristik görüyorsunuz: Bizim tabyaları andıran Bunketler sayısız şekilde her yerde. Bu nedenle “Beton papatyalar ülkesi” de deniyor. Fatih’in güven duyarak yerleştiği ve fetih üssü yaptığı İl-Basan, bugünkü Arnavutluk’un Elbasan kenti içimizi burkacak durumda. İçinizi Berat Şehri aydınlatıyor: “Bu kadar yolu Safranbolu’yu görmek için mi geldik?” diyorsunuz.

Biz gitmedik. Ama Ankara gibi önemsiz bir ilken Enver Hoca’nın Başkent yapmasıyla gelişmiş Tiran’da Osmanlı izleri silinmiş. Yine gidemediğimiz Akçahisar tıpkı Şirince imiş.

İşkodra, paşalık yerleşkesi olarak bir buçuk yıl direndikten sonra 1913’te elimizden çıkmış. Şehrin Hasan Rıza Paşa tarafından yapılan savunması çağdaş Plevne gibi destansı bir hatıra. Bu kahraman paşa alçakça, namertçe şehit edilecektir. İşkodra cennet gibi. Bir sayfiye yeri. Hırvatistan’ın illerine nazire güzellikler var. Özellikle tarihi dokusu görülmeye değer.

Arnavut şair İbrahim Nezimi’yi hatırlamadan edemiyorum. Arnavut şairin Nedim’den aşağı kalmayan güçlü şiirleri divan edebiyatımızın güzide eserleri arasındadır: “Cennet-i Adn meğer şehr-i Stanbul içün/Sizi andıkça od yanar dil-i nâlânımdan””Bu yeri medheyleyip dedim ki cennet kendisi/Gafil oldum bu işe billahi mihnet kendisi/İmtihan ateşi az kaldı canım mahvide,/Ruhumu hıfzeyledi Hakka inayet kendisi ”    Arnavutluk mutfağı oldukça zengin. Ve Müslüman için seçenekler bol.

Bu ülkeyi hızlı geçtik. Hakkını veremediğimizi düşünüyorum.

SEYAHAT NOTLARI V.

AH EY BOSNA!

Bosna deyince yüreğimiz titrer bizim. Ellerimiz titrer. Hacı İl Bey gelir, Yıldırım’lar geçer, Murat’lar gelir. Mimar Hayrettin Mostar’ı örer. Bosna deyince burnumuzun direği sızlar bizim, ciğerimiz yanar. Gelin edip de yad ellere koymuşuz gibi ezilir içimiz.

Bugün, güne Akdeniz’in Adriyatik sahiline Bosna’nın tek kapısı bırakılan Neum’da uyandık. Bosna sahilinde denize girerek başlayan Mostar yolculuğumuza güzel dökülmüş ama dar asfalt yollarda kıvrılarak ilerliyoruz.

Sürekli yükselen yollarda tam bir Akdeniz doğası var. Makiler, Toroslardan kayalıklarında yetişebilen bitkilerin örttüğü kayalık dağlar, zeytin bahçeleri ve savaş harabeleri arasından yürüyor yolumuz. Öylesine dağlık ve kıvrımlı ki dar yollar arabada kah lamelif, kah ha harflerine benzetiliyor yolların biçimi.

Burası Hersek bölgesi.  Neum dışında bir iki büyük yerleşim var. Fakat ilki Neum’un tep sine dikilmiş dev haç olmak üzere bütün yerleşimlerde sizi haçlar ve kiliseler karşılıyor. Hırvatistan bitmedi mi, dedirten bu görüntü uzaktan oluşan Bosna algımıza inen ilk darbe oluyor.

Halk Bosna’da Hırvatistan ve Sırbistan’a yaklaşan bölgelerde Hristiyan ağırlıklı. Bu durum Güney’den Mostar’a kadar böyle. Kuzeyde, şehirlerde nüfus yoğunluğu olduğundan çoğunluk Müslüman. Hersek bölgesinde Zeytincilik ana geçim kaynağı. Stevro Plato Zone adı verilen bir doğal koruma alanı göl dağların zirvelerinden sonra karşımıza çıkıyor. Bu, tablo güzelliğinde göl, içinde kendine özgü bitkilerin oluşturduğu adacık izlenimi veren kesitleriyle suyu tuval yapmış bir ressamın fırça darbeleriyle çizilmiş gibi. Sadece kıyısında seyre dalmak bile gözün temaşa zevkini tatmine yetiyor. Hararetle görülmesini öneririm.

Mostar’a 6 km kala Tekiye (Tekke) köyü olduğunu öğrendik. Bir Türk köyü olan Tekke Dervish House olarak bilinen dergahı barındırıyor. Yerel adı Blagaj olan dergahın içinde bulunduğu su kaynağının oluşturduğu ruhani atmosfer insanı kendiliğinden mistik bir duygu salınımı içine çekiyor. Yeryüzünün en ücra köşelerinden gelen insanlar burayı görmeye koşuyorlar.

Sarı Saltuk’un talebelerinin kurduğu dergah halen aktif. Dervişler yol gösteriyor. Her bir odada cemaatle kılınan namazlar turistlerin ilgisini çekiyor. Bu 15. Yydan kalma ziyaretgahın bölgenin İslamlaşmasında oynadığı rol önem taşıyor. Mostar yolcuları burayı ihmal etmesin, derim.   Ve Mostar… Köprüsü ile sadece Osmanlı’nın değil artık 1992-93 savaşının da sembolü olmuş kent. Mostar köprüsünün arka tarafı İslam ön tarafı Htistiyan ağırlıklı. Sol tarafında yemek, sağ tarafında kahvehaneler yoğun. Üzerinde devamlı bir kalabalık bulunan Köprünün adımlık mesafelerle konulan mermer sekileri üstünde sekerek ilerlemek kolay oluyor.

Most, köprü demek zaten. Mostar’da altından akan nehir ve çevresinde Osmanlı yapısı ev ve camiler, köprü ayaklarındaki eski uygarlıkları taşıyan kalelerle yeşilliklerin süslediği ihtişamlı görüntü içinde yer almayı mutluluk kılan bir güzellik ki, fotoğraf çekme yarışı bundan olsa gerek. Ecdad, gökkuşağının eğik çizgisini baz alan Kemer’in kavisini öyle estetik bina edip kondurmuş ki iki kale arasına Mimar Hayrettin eliyle, bugün bir yeryüzü markası olmuş.

Mostar Köprüsü üzerinden suya atlama seremonisi, burada yerleşik bir turistik gösteriye dönüşmüş durumda. İlgi çektiğine kuşku yok. Tempolu alkışlarla yüreklendirdiler gencin kendisini suya bıraktığı o baş döndürücü yükseklikten atladığında ilkin havada asılı gibi durma anının ayrı bir heyecan dalgası doğurduğunu gözlemliyoruz. Ancak, biz hiç hazzetmediğimiz yönlerini fark ettik. Öncelikle Müslüman takkesi içinde para toplayan slip mayolu şovmenlerin suya atlarken çarmıha gerilen İsa duruşunu ritüel olarak canlandıran, dizlerini hafif büküp kollarını kanat gibi yukarıya kaldırarak atlayış biçimleri, misyonerlik kokan yönüyle uzaktan göründüğü kadar masum gelmedi bize.   Mostar yoları inşaat halinde bir kent. Kentte eski şehirde (Stari Grad) bulunan Osmanlı bakiyesi camiler dışında İslam adına çok bir iz bulamıyoruz. Aksine kiliselerle dolu.

Mostar köprüsü önündeki yollarda alışveriş yapılan dükkanlar dizili. Bunlardan Cevad Bakımoğlu, ressam. Türkçe “Biz de Osmanlıyız” diye sesleniyor. Türklere genelde ilgi iyi, ama Cevad Beyde bize karşı ayrı bir samimiyet var.

Mostar sonrası Bosna’ya yola çıkıyoruz. Saraybosna kısmı Balkanlar’ın standardının üstünde. Hırvatistan kadar değilse de oturmuş, düzenli ve belirli bir karaktere bürünmüş. Halkın, katliamlar sonrası ulaştığı duyarlılığı kaybettiğini söylemek de mümkün. Konuştuğumuz çok sayıda Bosnalı bize aynı şeyi söyledi. “Aliya vefat ettikten sonra Bosna’da her şey geriye sarmaya başladı. Yeniden unuttuk başımıza gelenleri.” Saraybosna güzel bir şehir. Üç yer en azından görülmeli: Eski şehir’de İshak Paşa Camii ile Başçarşı, “Kanayan Bosna” denen Aliya’nın da mezarının bulunduğu şehitlik ve “Kaynayan Bosna” denen cennet tasviri için kullanılmaya değer güzellikte kanton olan vrolle Bosna.

Başçarşı Osmanlı yaşamının otantik tadını ruhunuzda canlandırıyor. Böreği, közde, sac içinde ve envai çeşit pişiren Bogacı’da yemenizi tavsiye ederim. Mükemmeldi. Sonra Türk denetleme çayı veren yerlere uğramak keyifli oluyor. Kahve, Osmanlı tadıyla Bosna’da yaşıyor. Kahve, cezveyle birlikte lokum ve kulpsuz fincanlarda yanında su ile ikram edilirken o eski günlere uzanıyorsunuz.

Aliya’nın da yattığı şehitlik Osmanlı şehitliği yanında. Her bir taşın üzerinde 1992 veya 1993 yazıyor. Mezar taşları yerden fışkıran binlerce şehadet parmağı gibi yükseliyor. Beyaz yükselişlere çağırıyor gibi semayı gösteriyorlar. Rahmani bir sükuta bürünmüş isyanlar kaplıyor ruhunuzu. İçinizde düğümlenen hıçkırıklarla duaya duruyorsunuz şehitler huzurunda. Burada bir iman intifadası yaşıyorsunuz içinizde. Bir gece komşuluk yaptığı Sırpların katliamı ile katledileceklerini nerden bileceklerdi. Anlayamadığım; Hale’n aynı Sırplarla nasıl böyle yaşıyorlar. Nasıl kız veriyor, alışveriş yapıyorlar?   O tarihte Askerdim Mamak’ta, Bosna’da Sırplar katliam yaptığında. Hafta sonu iznine çıkıp Ankaralı STK’larla toplantılara katılıp büyük Bosna mitingini tertiplemiştik. Nurettin Kulakoğlu, Tahsin Serdaroğlu ve İbrahim Kumaş’la birlikte, bir araba ve bir megafonla kitleyi Kocatepe Camiine kadar yönlendirip gıyabi cenaze namazını kılmıştık. Namaz sonrası, bir Arnavut olan Prof. Naci Bor Hoca, Kocatepe’de olan bürosunun bulunduğu binanın önünde, “Hey Adanalı!” diye seslenmişti bana. Yanına vardığımda, “Evladım, demişti, Biz oralardan geldik. Herkes unuttu sanıyordum, öyle değilmiş. Bütün şu kalabalığı şehit ecdadın yanına, cennete koymak isterdim. Gel hepsi namına seni alnından öpeyim. Ben seni tanıyorum” “Hocam, demiştim, ne hissediyorsun?” Gözleri dolu, gülümser gibi ince bıyıkları gerilerek bir şeyler söylemek istedi. Belli ki boğazı düğümlüydü. Konuşamadı. İki ünleme döküldü aşağı bükülen dudaklarından: “Ahh!.. Eyy!..”          Ne güzel bir özettir bu: Bosna bir âhtır, bir de ey!       Emine isimliydi yanlış değilse “Kurşunların da rengi var” kitabını yazmıştı, kuşatmadan kurtulan bir çocuk. Emine gibi yüreği yaralı insanların kenti Bosna. Yüzlerindeki tebessüm Rabbani bir vefadan olsa gerek. “93’ü Unutma” diyor Bosnalılar. Unutmak, ölmek demek zaten. Mostar, ‘93 Kıyımı’nın sembolü! Bosna Savaşı deyince bir de akla Serbrenitza vahşeti geliyor.      Bugün bir yürüyüş gördük. Yürüyen kalabalık Bosna gazileriydi. Gazilik haklarını alamadıkları için eylem yapıyorlardı. Burada Aliya’nın oğlu işbaşında. Diyorlar ki Sırp ve Hırvatlarla iş tutuyor. Babası gibi değil. O nedenle de Müslümanlar mevzii kaybediyor… Günlerdir yazıyorum. Sırplar, tarihe suikast, komitacılık, savaş, soyhkırım ve katliam dışında ne bırakmışlar demeden edemiyorum doğrusu.   Bosna’da I. Dünya Savaşı’nı çıkartan Sırp Milliyetçisi Gavrilo Princip’in Avusturya Macaristan Veliaht prensi Ferdinand’a suikast yaptığı köprü de Sırpların İslam’a suikasti sayılan Mostar köprüsü de burada, duruyor.

Bosna’da Osmanlı’nın vezirler şehri Travnik halen bir Müslüman şehri. Bir doğa harikası. Bosna, Sırbistan’a doğru gittikçe dağları gümrah ormanlarla doluyor. Tabiat heyecan verici güzelliklere bürünüyor.

Ve Aliya İzzetbegoviç… mezarı başında O’nu ve mücadelesini düşündüm. Şehitlikler arasında yürürken her taşında “Allah yolunda öldürülenlere ölğler deneyiniz…” ayetinin şuuru ile canlandırdım karşında binleri. Hala toplu mezarların çıktığı Bosna’nın şehitlikleri… Onların lideri de Bilge Kral’ımızdı bizim. Burada yeniden canlandı Aliya “Biz ölüyoruz. Ama onlar da kazanmıyorlar… Ve herşey bittiğinde hatırlayacağımız şey düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır… Her fani gibi ben de öleceğim. Öldüğümde Osmanlı askerleriyle, Bosna şehitleriyle birlikte yatmak istiyorum… Kendinden olanı sev, ötekine saygı göster… Yeryüzünün öğretmeni olmak için gökyüzünün öğrencisi olmak lazım… Allah’a yemin ederim ki biz köle olmayacağız!” bir çırpıda hatırlayabildiklerim O’ndan.

Bosna’nın adını Hz. Ömer koymuş. Bu topraklardan gelen yalınayak kişiye kendi dillerinde Bos-na “Yalınayağımız” demiş. Bilmem doğru mudur?

Fatih Sultan Mehmet’in rüyasıdır Bosna. Fethettiğinde, gördüğü rüyada Hz. Peygamber, Ebubekir, Osman ve Ali varmış bir arada. Bunu yorumlatmış. Demişler ki “Bu belde kıyamete kadar İslam(Hz. Peygamber) kalacak, sadık(Ebubekir) edepli(osman) ve İlim merkezi(Ali) olacak. Ama Ömer’i görmediği için adalet olmayacak, sular durulmayacak.”      Bunları bilemem. Ama bir gerçek var Vrela Bosna bir dünya güzelliği. Altından sular kaynayan gür ormanlık dağların altında huzur damıtan ağaç serinlikleri… Ortasında bir kahve, içmeye değerdi. Burada çoğunlukla Araplar var. Araplar Bosna’da bir mahalle kurmuş. Boşnakları sokmadıkları söyleniyor. Kişilikleri ile değil zenginlikleri ile Bosna’da yer edinip kapalı toplum tavrı sergiledikleri için sevilmiyorlar. Bu da ilginç bir bilgi oldu benim için.

Bosna’dan ayrılma vakti geldi.

Elveda Bosna.

Ah ey Bosna!…

ROMANLARDA TEHCİRİN YOLCULUĞU

  • 2.1Bin Görüntülenme Sayısı

Cumhuriyetçiler ve Demokratlar

  • 1.8Bin Görüntülenme Sayısı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hakkımda
Hakkımda
Merhaba. Bu sayfalarda birlikte olmaktan son derece mutluyum. Hoş geldiniz. Hayat yolundayız. Her birimiz ayrı bir mecradan, farklı bir maceradan geliyoruz...

Site Toplam Ziyaretçi: 628

Son Yüklenenler

Paylaşımlarımdan Haberdar Olmak İster misiniz?