TOPYEKUN TEHDİT/ ZORUNLU MÜDAHALE
Osman ARSLAN
Bir süredir sağlık engeli nedeniyle yazamadım. Dostlarımız, bu sürede hızla değişen gündemi değerlendiren yazılar beklediklerini dile getirdiler. Bugün için gündemimiz, Afrin’de yaşanan Zeytin Dalı Operasyonu. Ordumuza kuvvet, şehitlerimize rahmet diliyoruz.
4 Kasım 2014 tarihinde yayınladığımız “Halep Ordaysa…” (http://www.https://https%3A%2F%2Fhttps:\/\/osmanarslan.org/halep-ordaysa/) başlıklı makaleyi hatırlatmak isteriz.
İKİ YIL ÖNCE…
Ortadoğu’da yaşanacak gelişmelere ilişkin iki yıl önceki öngörülerimiz bu yazıda özetle şöyle yer alıyordu:
“Türkiye, Araplara terör devleti olarak kurulan İsrail gibi Türkiye’ye terör devleti olacak şekilde PYD/YPG’ye Suriye’de bir kukla terör devleti kurdurmayacaktır. Aksine 15 Temmuz’da bükemedikleri bileği öpecekler; Türkiye güneyindeki Misak-ı Milli sınırlarını alıp, yüzyıllık hesabını tamamlayacaktır. Rus-İran-Türkiye birlikteliği karşısında bölgede tutunabilecek bir güç yoktur. Bu bölgede Türkiye bir olgu, Batı emperyalizmi ise sadece bir algıdır. Türkiye sahaya çıktıktan sonra, Musa’nın asasının kâhinlerin sihrini yutması gibi Batı’nın asırlık halüsinasyonları dağılacaktır. ABD, Türkiye karşısında kaybedecek ve Arabistan ile Mısır’ı tehdit ederek Lübnan üzerinden bir alt paralelde Şii bandı ile kurduğu dengelerini güneye çekecektir. Bu dönemde İngiliz siyasetinin yanımızda olması da konjonktürel avantajımız olacaktır. Türkiye, ABD’nin Hicaz Bölgesi’ni Şii kontrolüne vermeyi amaçlayan tuzağının da farkındadır. Şii-Sünni çatışmasına izin vermemek için bunun da önünü almak gereklidir.”
Halen bu tespitlerimize ne ekleyecek, ne çıkartacak bir cümlemiz yok. Olaylar da tam bu şekilde gelişmektedir.
OLAYLARIN NEDENİ VE İSTİKAMETİ BELLİ
Arabistan’da yaşanan görevden alma ve tutuklamalar bir ABD darbesi idi. ABD böylece Arabistan’ı Mısır’ın yanına koydu.
Kürdistan Özerk bölgesinin bağımsızlık referandumuna gitmesi, yine ABD-İsrail’in Türkiye’nin hedefleri için kurduğu hattı kadük etme, bir nevi “yarma” denemesiydi.
Lübnan’da Başbakan Hariri’nin istifa edeceğini, aile büyükleri gibi öldürülmekten korktuğunu açıklaması ABD tehdidinin Şii aşırılıklar eliyle nereye ulaştığını göstermekteydi.
Türk-Rus-İran cephesini parçalamak için ABD tarafından İran’da başlatılan “bahar girişimi” denen ayaklanmalar, Türkiye’nin de desteği ile “İran gezi”si olarak akim kaldı.
Türkiye’nin El Bab Operasyonu Münbiç’in; İdlib Operasyonu Afrin’in Suriye sınırının iki ucunda kontrol edilmesini sağlamıştı. Şimdi de bu iki uç ve sınırlar temizlenerek birleştirilecek.
NİHAİ SENARYOYA İKİ TAŞ
Türkiye, bu dönemde ABD’nin nihai senaryosu olan Hicaz’ın Şii kontrolüne geçmesini sağlayacak kanlı planına iki taş koymayı başarabildi: Biri, boğulmak istenen Katar’ı yaşatması, diğeri Kızıldenizde bir adayı Sudan’dan alması. Buralara yerleştirilen askeri güç, Mekke ve Medine’nin güvenliğini üstelenebilecek kritik makas uçları durumundadır.
Zeytin Dalı Operasyonu’nun, Türkiye için sadece silahlı ve etnik terörü bertaraf etmek için değil, göç dalgalarıyla “sosyolojik saldırı”ya maruz kalan demografik yapısını yani “millet dokusunu” korumak için de hayati bir anlam taşıdığı gözden kaçmamalıdır.
“MİLLET”İ KORUMAK İÇİN
Gerçekten Dünya tarihine geçen önemli bir zaman dilimini yaşıyoruz. 1994 yılında yaşanan Ruanda Mülteci krizi sonrasında dünyanın en büyük göç hareketi Suriye krizi ile yaşanmaktadır. 1 milyondan fazlası çocuk olan 3,5 milyon insan topraklarını terk etmiş, bunların 3,1 milyonu aşan önemli bir kısmı Türkiye’ye gelmiştir.
Bu, tarihin en külfetli, dramatik olaylarından birisidir. O tarihte 78 Milyon olan nüfusumuzun yüzde 4’ünden fazla bir orandan bahsediyoruz. Bu nüfusu barış içinde toplumun içinde tutmak hiç de kolay değildir. Zira gelen 3.1 milyon (resmi) mültecinin sadece yüzde 8’i kamplarda barınmakta, geriye kalan yüzde 92’lik büyük çoğunluğu kentlerde, halkın içinde yaşamaktadır. 6’sı Suriye sınırına yakın illerimiz olmak üzere 10 ilimiz 100’er binden fazla sığınmacı ile birlikte yaşamaktadır.
ACIK KAPI
İşte burada, Türkiye’nin, dünyanın şapka çıkardığı insani yaklaşımıyla yürüttüğü açık kapı politikasını vurgulamak gereklidir. Gerçekte, sığınmacıları açık kalpleri ile aralarına kabul eden Anadolu’nun yüce gönüllü asil insanlarını, büyüklüğüne yakışan hamiyetperverliği ile tarihin müstesna sayfalarına yeniden adını yazdıran milletimizin bu erdemli duruşunu, her türlü takdirin üzerinde bir saygıyla anmadan geçmek mümkün değildir.
Bu yüksek toplumsal kabul düzeyinin aynı zamanda kırılganlıklar da taşıdığını ifade etmeye bile gerek yoktur. Elbette hiç kolay değildir 3 milyon misafirle yaşamak.
Zira, bir terör yatağı haline gelen Suriye topraklarından gelen göçmenler, ekonomik boyutu yanında potansiyel terör ihracı, toplumsal çatışma ve uyum sorunlarını da birlikte getirdiler. Bu çapta bir mülteci krizini yönetmek hiç de kolay bir iş değildir.
EN FAZLA MÜLTECİ BARINDIRAN ÜLKE
Bu nüfus hareketi, Türkiye’yi dünyanın en fazla mülteci barındıran ülkesi yapmıştır. Sosyolojik yapımızı, demografik dengeleri etkileyecek düzeyde ciddi bir olayla karşı karşıya kaldığımız da bir gerçektir.
Bu çok yönlü krizi yönetebilmek elbette küçümsenemeyecek bir başarıdır. Eğitimden kültüre, sağlıktan çalışma hayatına kadar alınan önlemlerle sağlanmaya çalışılan toplumsal entegrasyon elbette zaman isteyen bir süreçtir.
İKİ POLİTİKA: GERİ İSKAN VE ENTEGRASYON
Üç milyondan fazla misafiri entegrasyonun ve toplumsal uyum sürecinin parçası yapmalıyız; dış müdahalelerle bir sosyolojik savaş malzemesi haline geldikleri an felaketimizin başlangıcı olabilir.
Bu riski ortadan kaldırmanın en sağlam yolu ise kendi topraklarına iskan sağlamak üzere alan temizlemektir. Ki onu da eşgüdümlü olarak yapmış oluyoruz.
Aslında Türkiye sığınmacı kriziyle yüz yüze gelmemek için ciddi uğraşlar verdi:
BUGÜNLER GELMESİN DİYE YAPILANLAR
Türkiye 2011 Nisan Ayaklanmasının belirtileri ile birlikte Beşar Esed yönetimini reformlar yapması yönünde zorlayan çabalar sarf etti. Bu gayretler sonuç vermeyince Suriye’de başlayan iç savaşı körükleyen Esed politikalarına, diplomatik ilişkileri keserek ciddi bir tepki verdi. Hemen ardından uluslararası aktörleri Suriye’de rol üstlenmeye çağırdı. Bunun da sonuç vermeyeceğini görünce Birleşmiş Milletler gündemine kendisi taşıdı. BM’de alınan kararların da tatmin edici yerel etkisi görülmeyince büyüyen iç savaşta rejim muhaliflerini destekleyerek Türkiye’yi göçten ve terörden koruyacak Kuzey’de bir alan oluşturmak istedi. Bu amaçla güvenli bölge oluşturma tezini ileri sürdü ve kuvvetli bir şekilde savundu.
DAHA NE YAPILABİLİRDİ?
Bu arada Humus krizi başta olmak üzere sivillerin yaşatılması ve korunması için dünyanın takdirini toplayan insani yardım misyonu üstlendi. Bütün çabalarına rağmen göç dalgalarını önleyemeyince katliamlardan kaçan insanları bir ana kucağı gibi kabul etti. Mültecilik sorununu da ayrıca AB ve BM gündemlerine taşıdı, anlaşmalara zorladı. Yapılan anlaşmalar da tam anlamıyla hayat bulmadı.
Nihayet, Suriye’de göçe mecbur bırakılan topraklarda yürütülen emperyalist yeni oluşumlara karşı da ulusal güvenlik gerekçesiyle ve son çare olarak askeri müdahale hakkını kullandı. İşi bu noktaya getirmemek için daha ne yapılabilirdi?
Türkiye bir “göç stratejisi” hazırladığı gibi, sığınmacı nüfusu, kontrolünü elde ettiği Suriye topraklarına güvenli hale geldikçe peyderpey geri taşımaktadır. Şu ana kadar taşınan nüfus 400 bin kadardır. Atadığı Vali ve Kaymakamlarla oluşturduğu mülki idareler eliyle bu yerleri yönetmektedir. Türkiye, temel stratejisini mültecilerden 2 milyon nüfusu geri çevirme üzerine kurmuş bulunuyor.
ZORUNLU HAREKAT
Çünkü bir milyonun üstü nüfus, çeyrek asra varmadan bu ülkeyi “Türkiye” olmaktan çıkartma riski taşımaktadır. Tarih boyunca bu oranda göç almış her coğrafya başkalaşım geçirmiştir çünkü.
Suriye üzerinden Türkiyenin karşı karşıya olduğu tehdit, sadece terörle devleti, bölünme tehdidi ile vatanı değil, aynı zamanda göç edenler nedeniyle millet yapısını da dönüştürme tehlikesi doğurmuş, Türkiye millet varlığı risk altına girmiş bir ülkedir.
Suriye, Türkiye’yi “yıkmak, bölmek ve millet yapısını değiştirmek” başlıklı üç ölümden üçünü birden kapımıza dayayan “topyekun tehdit merkezi” olmuştur.
Yani “Türkiye” için bu savaş, kaçınılmazdır. Zeytin Dalı, zorunlu bir harekattır.
ONURLU HAREKAT
Öte yandan Zeytin Dalı Operasyonu zorunlu olduğu kadar onurlu bir harekattır!
“Onurlu Harekat” nitelemesini Dünya siyasal dengelerindeki değişimle birlikte açıklamak gerekiyor. Bu nedenle “zorunluluk” kısmıyla yetinip “onurluluk” sayfasını gelecek yazının konusu olarak bırakalım. Son söz olarak yeniden Mehmetçiğimize muzafferiyet, şehitlerimize rahmet diliyoruz. 5.2.2018
Bir cevap yazın